Yolsuzluğu yoluna koymak

Eğer bir yasa çıkarır, yasalara aykırı yapıldığı için iptal edilen özelleştirmelerde yargı kararlarının uygulanmaması için Bakanlar Kuruluna yetki verirseniz, Bakanlar Kurulu da bu yetkisini kullanırsa, yolsuzluğu yoluna koymuş olursunuz.

10 Mayıs 2012 Tarihinde yayımlanan 6300 sayılı Torba Yasa ile Bakanlar Kurulu’na böyle bir yetki verilmesi ve bu yetkinin 12 Haziran 2012 tarihinde kullanılarak 6 ihaleye ilişkin yargı kararlarının yok sayılması böyle bir işlemdir.

Yolsuzluğu yoluna koymanın tek yolu bu değildir elbette. Ama Jerzy Kosinski’nin eserinden uyarlanan ve Türkiye’de “Merhaba Dünya” adıyla gösterilen ünlü filmin bahçıvan karakterinden esinlenerek söyleyeyim “önce toprağın çapalanması gerekir.” Çünkü kamu bürokrasisi ve yargı, esaslı bir biçimde elden geçirilmeksizin bu tür işlemlerin gerçekleştirilmesinde zorluklarla karşılaşılabilir. AKP bu gerçeği çok önceden gördü ve 10 yılı aşan iktidarı süresinde toprağı epeyce çapaladı.

Yolsuzlukları önleme konusunda çok sayıda uluslararası sözleşme bulunmaktadır. OECD, BM, DB, IMF gibi kuruluşlar bu açıdan oldukça geniş bir arşive sahiptir. Ancak bu kuruluşların ilgisi, etik değerler, demokrasi gibi kavramlara bağlılıktan çok, verilen kredilerin yerini bulması kaygısı ile tekellerin kendi aralarındaki rekabetin önceden belirlenen kurallara bağlı olarak yönetilmesi isteklerinden kaynaklanmaktadır.

Uluslararası metinler, yolsuzlukların, bürokratik süreçlerde yetki kullanma gücü olan kişilerce yapıldığını dikkate almakta ve kamu yönetiminde yapılacak iyileştirmelerle sorunun çözümleneceğini varsaymaktadır. Bu nedenle de yolsuzluk endeksleri yapılırken “kalabalık kamu kadroları” , “ezbere dayalı eğitim sistemi”, “yüksek enflasyon” gibi unsurlar değerlendirmeye katılmaktadır. Bu eksikli bir tanımlamadır. Çünkü yolsuzluğu kamu adına yetki kullananların kişisel hırslarına bağlamakta, siyasetin bu tür eylemlerle beslendiğini ve bu işlemlere aracı olan kamu görevlilerini koruyacağı gerçeğini göz ardı etmektedir.

Özellikle AKP döneminde yolsuzluk, bürokratların kişisel çıkar hesaplarıyla açıklanacak düzeyi çok aşmıştır. Yasama Organı yolsuzluk ortamının oluşturulmasında önemli bir işlev görmektedir. Bu nedenle de uluslararası sözleşmelerde öngörülen kurallar anlamını bütünüyle yitirmektedir.

Yolsuzluğu önleme söylemi belki de en çok AKP döneminde dile getirilmiştir. Yolsuzlukla mücadele adına ne kadar uluslararası sözleşme varsa hepsini onaylamış, bunlar iç hukuk kuralı olmuştur. Ayrıca, Hükümet Programlarında, eylem planlarında saydamlık, hesap verilebilirlik gibi sözcükleri dilinden düşürmemektedir. Kamu Mali Yönetiminin Anayasası sayılan Genel Muhasebe Yasasını değiştirmiş, kamu yönetiminde açıklığı, saydamlığı, hesap verilebilirliği sağlayacağı iddiasıyla 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Yasasını yürürlüğe sokmuş, başta Ceza ve Ticaret Yasaları olmak üzere birçok yasada değişiklik yapmıştır. Bütün bunlara bakıldığında AKP’nin yolsuzluklarla mücadelede oldukça kararlı olduğu gibi bir algı oluşmaktadır.

Ama gerçeğin böyle olmadığı çok açıktır. AKP söylediklerini yapmamakta, yaptıklarını ise söylememektedir.

Yasalar ve KHK’lar gece yarısı baskınlarıyla iktidar partisinin milletvekillerinden bile gizlenerek çıkarılmaktadır. Kurumların web sitelerinde yayımlanan kritik bilgiler ya yanlıştır ya da yanıltıcı içerikte verilmektedir. Öylesine ki, Suriye ile savaş içinde olup olmadığımız bile belirsizdir. Böyle bir ortamda saydamlık, hesap verilebilirlik gibi güzel sözlerin hiçbir anlamı olmadığı açıktır.

Aynı sözler yolsuzluk konusunda da geçerlidir. AKP İktidarı yolsuzlukla ilgili temel metinlerden biri olan “Birleşmiş Milletler Yolsuzlukla Mücadele Sözleşmesi”ni 18.5.2006 günlü 5506 sayılı Yasayla onaylamış ve iç hukuk kurallarına dönüştürmüştür. Ancak bu Sözleşmenin temel kurallarına uyulmadığı gibi, daha sonra çıkarılan yasa ya da KHK’larla içeriği boşaltılmıştır.

Sözleşmenin 6. Maddesinde kamu görevlilerinin görevlerini dış etkilerden etkilenmeyecek bir ortamda gerçekleştirebilmeleri için güvenceye kavuşturulması 7. Maddesinde, kamu görevlilerinin verimlilik ve saydamlık ilkeleri ile liyakat, eşitlik ve yetenek gibi nesnel ölçütlere dayalı olarak seçilmesi öngörülmektedir. Oysa 2011 yılında çıkarılan KHK’larla, Devlet adına yetki kullanacak üst düzey kamu görevlileri, hiçbir güvencesi olmayan, liyakat, eşitlik ve yetenek gibi ölçütlerin aranmadığı sözleşmeli personel statüsüne geçirilmiştir. Devlet Memurluğuna atanmak için yazılı sınavlarda başarılı olma koşulu önemini giderek yitirmekte, ağırlık sözlü sınavlara verilmektedir. Sözlü sınavlarda ses ya da görüntü alınması yasa ya da yönetmeliklerle yasaklanmakta, böylelikle yargı denetiminden kaçırılmaktadır.

Sözleşmenin 9. Maddesi kamu alımlarına ilişkindir. Maddede kamu alımlarında saydamlığa, rekabete ve karar alma sürecinde nesnellik ölçülerine uygun yöntemler geliştirilmesi öngörülmektedir. Oysa 2002 yılında yürürlüğe giren Kamu İhale Yasasının kurallarında, 10 yıl içinde yaklaşık 250 kez değişiklik yapılmış, kritik alımlar kapsam dışına çıkarılmış, daha sonra çıkarılan yasa ya da yönetmeliklerle yeni kurallar getirilmiş, İktidar, yüklenici seçmek konusunda olabildiğince özgürleştirilmiştir. Kamu İhale Yasası ile getirilen kurallar ise yalnızca İktidarın elinde olmayan belediyelerin üzerinde bir tehdit aracı olarak anlam taşımaktadır.

Sözleşmenin 11. Maddesinde yargı bağımsızlığına vurgu yapılmakta ve yolsuzlukla mücadele gücünü artıracak önlemler alınması öngörülmektedir. Oysa yargı, son iki yılda yapılan değişikliklerle İktidarın egemenlik alanı içinde olacak bir anlayışla yeniden yapılandırılmıştır. İktidarın bir kanadı ile cemaat denilen olgunun çekişmesi sırasında ortaya çıktığı üzere yargı, öç alma, cezalandırma ve hatta dehşet aygıtına dönüşmüştür. Öylesine ki, Başbakan bile bu güçten ürkmüş ve MİT Müsteşarını yargıdan kaçırabilmek amacıyla 6 saat içinde bir Yasa çıkartmıştır.

Sözleşmenin 36. Maddesi, daha çok denetim görevini ilgilendirmektedir. Maddede, yolsuzlukla mücadelede uzmanlaşmış birim ya da kişilerin görevlendirilmelerini ve görevlerini dış etkilerden bağımsız biçimde yerine getirilmeleri için gerekli ortamın hazırlanması öngörülmektedir.

Oysa Bakanlıkların örgüt yapılanmaları içinde yer alan teftiş hizmetleri, denetim ve rehberlik olarak yeniden tanımlanmış, “rehberlik ve soruşturma” ile sınırlı bir biçime dönüştürülmüştür. Dahası 2011 yılında yürürlüğe giren KHK’larla kurulan Bakanlıkların üçünde teftiş birimi kurulmamış, Maliye Bakanlığında var olan Teftiş Kurulu kaldırılmış, yerine bir denetim birimi de öngörülmediği için bırakın teftiş ve denetimi, soruşturmalar bile uzmanlıkları olmayan vergi müfettişleri ya da benzeri görevlilerce yapılmaktadır.

Ayrıca müfettişler, önceleri ilgili Bakan, Başbakan ve Cumhurbaşkanlığının imzasını taşıyan üçlü Kararname ile atanırken bu uygulamaya son verilmiş, göreli de olsa bağımsızlık algısıyla görev yapabilme olanakları ortadan kaldırılmıştır.

Burada TBMM’de verilen soruşturma önergelerinin, AKP milletvekillerinin oylarıyla reddedildiği için görüşülemediği gerçeğinden de söz edilmelidir.
Sayıştay, 2010 yılı sonunda çıkarılan 6085 sayılı Yasayla bir dış denetim kurumu olarak yeniden biçimlendirilmiştir. Yasanın maddeleri, İdarenin denetlenmesine karşı duyulan tepkinin izlerini taşımaktadır. Sayıştay’ın denetim yetkisini gereğince kullanamaması için her türlü önlemin alındığını söylemek abartı değildir. Yargı yetkisi “kamu zararı”nın gerçekleşmesi koşuluna bağlanmıştır. Henüz yeni yasaya göre yargılama yapılmadığı için gündeme gelmemekle birlikte, “Kamu zararına yol açma” terimi, ceza yasası kapsamında ele alınacak bir suç niteliğindedir. Bu nedenle vereceği kararların tartışmalı olacağı açıktır. Ayrıca yetkililerin, yasaya aykırı olmakla birlikte kamu zararı kanıtlanamamış eylemleri nedeniyle sorgulanmalarının önlenmiş olması bir eksikliktir.

Performans denetimi kaynakların verimli, etkin ve tutumlu kullanılıp kullanılmadığını ortaya koyan bir denetim yöntemi olduğu gibi, aynı zamanda yolsuzluk riski olan alanların belirlenmesi ve çözüm önerileri geliştirilmesinde önemli bir araçtır.

Sayıştay’ın performans denetimi yapma yetkisi, performans denetimi kavramı uluslararası standartlara aykırı bir anlayışla tanımlanarak, gizli bir biçimde ortadan kaldırılmıştır. Bu tanıma göre Sayıştay kaynakların verimli, etkin ve tutumlu kullanıldığını değil, “İdarenin belirlediği hedef ve göstergelerle ilgili faaliyet sonuçlarını” ölçebilecektir. İdarenin belirlediği ve istenildiği anda bir genel müdürün yayımlayacağı bir genelge ile değiştirilebilen hedef ve göstergelerin incelenmesine denetim adı verilmesi tam anlamıyla bir aldatmacadır. Ayrıca İdarenin takdir yetkisini sınırlandıracak rapor yazılamayacağı öngörülmüş, böylelikle ülke kaynaklarının yanlış tercihlerle savrulmasının sorgulanacağı bir ortam bütünüyle ortadan kaldırılmıştır.

Sayıştay’ın denetim yetkisine getirilen kısıtlamalar bunlarla bitmemektedir. Yasayla yerindelik denetimi yapamayacağı öngörülmüştür. Böylelikle Sayıştay Raporlarında yer verilecek bütün denetim bulguları, “yerindelik denetimi” kapsamında olduğu öne sürülerek reddedilebilecektir. Ayrıca performans bulgularındaki eleştirilerin, yönetenlere cezai bir yükümlülük getirmeyeceği, yani kötü yönetenlerin cezalandırılmalarının söz konusu edilemeyeceği öngörülmektedir. Performans raporları zaten cezai sorumluluk getirmemektedir. Buna karşın, “ne olur ne olmaz” denilerek kaynakları kötü kullananlara bir güvence sağlandığı anlaşılmaktadır.

Sayıştay denetçilerinin mesleki güvencelerine dokunulmamıştır. Bununla birlikte yazdıkları raporların, Başkanlıkça üçer uzman denetçiden oluşturacak rapor değerlendirme komisyonlarınca süzgeçten geçirildikten sonra Başkanlığa sunulması öngörülmüştür. Böylelikle hem denetçilerin yetkileri kısıtlanmış hem de Başkanın istemediği konuların yargılama daireleri ile Genel Kurul üyelerine sunulması önlenmiştir.

Sayıştay Başkanı, TÜSİAD’ca yayımlanan Görüşler Dergisinin Nisan-Haziran 2012 sayısındaki yazısında Sayıştay denetimine getirilen bu engellerden hiç söz etmeyip, denetimin önemine vurgu yapan ve Sayıştay’ın bu görevinin ne denli etkili yürütüldüğünü belirten genel ve bir o kadar da yanlış sözler etmesi dikkat çekmektedir. Sayıştay’ın denetim yetkilerinin kısıtlanmasıyla yetinilmediği, Başkanın seçiminde de özenli olunduğu anlaşılmaktadır.

Yazının başında toprağın çapalanmasından söz etmiştim. Gördüğünüz üzere AKP toprağı çapalamakla yetinmemiş, Ülkeyi adeta bir yolsuzluk tarlasına dönüştürmüştür.