Gücünüz Serdar Turgut'a mı Yetiyor?

Hürriyet’te köşe sahibiyken hoş makaleler yazardı. Sıra dışı bir zeka taşıdığı, iyi bir entelektüel birikim yüklendiği belliydi. Özellikle yaşam yazılarının bir bölümü parlak bir mizah yeteneği sergiler, hayli güldürürdü. Hürriyet kadrosunda ve Ertuğrul Özkök’ün dostluğuyla övünen biri, siyasi meselelerde ne kadar ilerici tavır alabilirdi ki kimse ondan böyle bir şey beklemezdi zaten. Üstünde iğreti duran solculuğu ve hatta “Marksist”liği yine de sunumuna çeşni katardı.

Gizlemek şöyle dursun, “Ben sizlerden pek farklıyım, elitim ve beyazım”ı insanın gözüne sokan Amerikan hayranlığı, rejim taraftarlığıyla demokratizm, ölmüş solcu gençlere duyulan sempati ve aşmış bir solculuk, en nihayetinde bir hilkat garibesi tablosu ortaya çıkarırdı gerçi ve bu orijinallik onca silik sermaye yazarı içinde ona farklı bir konum sağlardı.

Rivayet muhtelif. Ondaki özgün cinliğin yerini giderek ortaokul çocuğu kabalığına bırakması başlıca iki nedene bağlanıyor: Biri orta yaş bunalımı, öteki köşe yazarlığından genel yayın yönetmenliğine sıçratılması. Köşe yazarıyken insan kendini çevreleyen o çok somut ve batıcı gerçekliği bütünüyle yok sayabilir. Ama genel yayın yönetmeniyken hakikati kendinin yönlendirmesi gerekir. Patronla doğrudan ilişki, patronun ve yayın grubunun elle tutulur maddi çıkarları, iktidarla ve büyük sermayeyle ilişkilerin ruhta bıraktığı lekeler ve onların bir saat bile ihmal edilmeye gelmez talepleri öyle mastürbasyon, penis, terapi, sevgilim, karım mizahıyla unutulabilecek şeyler değildir. Bir yığın farklı görüşte gazeteci ve yazar, her birinin farklı temsil kabiliyeti ve farklı derin kabiliyetsizlikleri bir gün iki gün katlanılabilir problem düzeyinde kalabilir de, bunun aylarca sürmesi, yıllarca sürmesi…

Gerçi (ruhsal durumu bir yana) Turgut, hiç değilse kuramsal bakımdan böyle travmalara karşı donanımlıydı. Marksizmi daha çok Murat Belge’den öğrenmekten kaynaklanan bir donanımdı bu. Marksizmi, Belge’den izlemek, İslamı Fehmi Koru’dan öğrenmek gibi bir şeydi ve büyük olanaklar yaratırdı bir solcu oligarşi yazarı için. Nasıl Fehmi Koru’dan öğrenilen İslamcılık öteki dünya için hiçbir mana ifade etmezse, Belge’den öğrenilen Marksizm de devrimci muhalefet bağlamında hiçbir değer taşımazdı, ne var ki büyük sermayeyle kucak kucağa Marksist kalabilmenin sayısız ipuçlarını verirdi anlayanına.

Serdar Turgut sermaye medyacılığının o karanlık ve kirli ilişkilerini, aydınlık salonların seçkin temasları gibi görmek ve gösterebilme çabası içinde yine de Murat Belge’den ziyade içsel mizah duygusundan güç aldı. Bunun için Woody Allen tarzı mizahı denedi ilkin. Hayli niteliksiz seyretmesine karşın tam da bu nedenle Amerikan entelektüellerinin sümüksü yaşamlarına katlanabilmesini kolaylaştıran bu mizah, bir yere kadar işe yaradı, sonra yetmemeye başladı. Daha değişik bir mizah gerekiyordu. Orada Orhan Pamuk imdada yetişti. Aksi gibi Pamuk’un mizah düzeyi kendi hayranları açısından bile eksi sonsuz düzeyde seyrediyordu, Kemalist bir aydının bombalı zarfı açmak suretiyle havaya uçması bu mizahın en parlak örneklerindendi örneğin, durum bu kadar vahimdi ancak New-York, Londra solcu entelektüelleri onda bir şey buluyorsa Serdar Turgut da muhakkak bulmalıydı ve buldu. Postun da postu mizah anlayışına gerilemesi, daha doğrusu iyi aile çocuğu kolejli yeniyetme esprilerinden varoşların okul kaçağı çocuklarının mizah anlayışına düşmesi sürecin terminal safhasıydı.

Serdar Turgut her gün önünde cereyan eden ve birçoğunda kendi ağzının ve dudaklarının da işin içine katıldığı çirkin pazarlıkları vicdanına unutturabilmek için yine de mizahtan başka silahının bulunmadığını biliyordu. Bir yerden şöyle bir şey duymuştu: İyi mizah için sisteme karşı olmak gerek, muhalif olmak gerek, solcu olmak gerek. Düşünüyor düşünüyor, solculuk kancasını atacak yeni bir kazık bulmak gerek diye kafa patlatıyordu. Fakat ne yapsa Birikim solculuğu temel eğitiminin sınırlarını aşamıyordu. Aklına yine Belge geliyordu, Pamuk geliyordu, daha zorlasa Ertuğrul Özkök geliyordu. Döne döne düşerek karanlık bir kuyuda kaybolmak üzere olduğunu fark ediyordu.

Son çare genel yayın yönetmenliğinden ayrıldı. Fakat bu, ondaki hiçlik algısını, tüm yaşamının boşa geçtiği duygusunu artırdı. Daha fazla mizah yapmalıydı, ne pahasına olursa olsun daha fazla mizah.

Şimdi liberali, devrimcisi tüm solcular ona düşman kesildi. Çok da sarsılmadı, aksine bu ona yaradı. Hiçlik duygusundan kurtulmak için bir süre gaz sağladı. Kendisi açısından bilinçli, yarı bilinçli anlaşılabilir bir durum. Solcuların abartılı tepkisini anlamaksa kolay sayılmaz.

Serdar Turgut’un yaşama bakışı sorumsuz bir teen-ager (yeniyetme) bakışıdır. Hala bir masumluk taşır, hala bir isyan kokusu alınabilir, hala bir kabullenmeme tutumu... Tabii bayağı iyimser bir bakışla. Fakat tepki gösterilmeyen öteki yaşlı başlı tutumlu “normal” yazarlara, yorumculara, genel yayın yönetmenlerine ne demeli. Hiçbiri affedilmez ya, illa affet birini deseler Serdar Turgut’u mu yeğlersiniz, diğerlerini mi?

Ertuğrul Özkök, Mehmet Y. Yılmaz, Sedat Ergin… Bir araya geldiklerinde (üçüncüyü biraz dışta bıraksa da onlarca benzeri yerini doldurur) yaptıkları dallı budaklı sohbetleri (ki grotesk, seksist muhabbetler mi diyorsunuz siz feministler buna) hepsi bir yana bırakır, ağır abi, entelektüel bilge pozlarına girerler, sadece bizim ergen kafalı saf Turgut içinde tutamaz. Demokrasi, açıklık, özgürlük martavalları arasında, emperyalizmin uzantısı en üst kesimlerin, halka, kamu vicdanına tümüyle kapalı pis pazarlıkları ortamında duyduklarını, ötekiler hiç duymamış gibi unuturlar. Özkök örtük faşizmin kanlı gömleklerini sıradan yazar havalarında gizler, Yılmaz olanca görmemişliğiyle görgü dersleri verir, Ergin süzüm süzüm süzülerek kapitalist çıkarcılığın kabalıklarını nezaketmiş gibi gösterir bir tek Turgut az buçuk rahatsızlık duyar bu iğrenç komediden, siyasi söylemden sıyrılmaya çalışır, kendini mastürbasyon ve penisin çocuksu sığınağına atar. Rojin’e kişisel saldırısı elbette hoş görülebilecek gibi değil ve ama bu bir “yetişkin”leşme belirtisi olmasın sakın.