Düşünürlerin zekâ yetersizliği: Sosyal kuramların en önemli açmazı

Toplumsal Hareketleri Anlayamamak – 3 (Son)

İlk iki bölümde sosyal hareket kuramlarını, başlıca görüşleri ve görüş ayrılıklarını topluca gözden geçirmiştik. Sonuçta toplumsal hareketleri yorumlama doğrultusunda çok fazla farklı fikir bulunduğunu anlamış, bu fikirlerin olguyu açımlayıcı gelişmiş taraflarını ve yetersiz kaldıkları yanları kabaca ele almıştık. Yer yer, toplumları ve hareketlerini anlamakta birtakım gelişmeler kaydedildiğine sevinmiş, ama bu gelişmelerin çok yetersiz kaldığını fark edip üzülmüştük. Sonuçta, uçsuz bucaksız sisli bir savaş meydanında neler olup bittiğini kavrayabilmek için henüz bulabildiğimiz yükselti sadece beş altı metrelik bir tümsek, bunu görmüştük.

Sosyal geri zekâlılık: İnsanlığın en büyük problemi
İnsanların birbirlerine “salak” demeleri, zekice bir buluş veya özgün bir esprili yaklaşım sayılmıyor. Aksine birbirlerini akıl yetersizliğinin değişik isimleriyle nitelemeleri oldukça yaygın bir alışkanlık. Hatta öyle ki, birine bir şey söylediğinizde, kamu için bir şey yazdığınızda, karşıdaki ne dediğinizi anlayamadığında, aklı buna yetmediğinde veya anladığı şeyden hoşlanmadığında, hemen size “geri zekâlı” “aptal” veya “salak” diyebiliyor. (Bakınız: Hakkımda değişik kaynaklarda söylenenler.) Alıklık alanındaki sözcük dağarcığımız dangalaklık pratiğimiz kadar zengin. Ve dedim ya, başkalarına “salak” etiketi takanlar da, daha çok salaklar arasından çıkıyor.

İnsanlığı aptal bulurken, problemin özünden kaynaklanan çaresiz bir nedenle ne demek istediğimi de anlatamıyorum çoğun. Aldığım kimi cevaplar bunu doğrular yönde, şöyle ki: “Sen zekâ küpü müsün sankiii?” Hatta biri böyle bir yazı yazmıştı bir dergide. “Sen aptalsın asıl” “Salak!” “Cahil, ne olacak!”

Çok yineledim, Aziz Nesin’in şu pek popüler “toplumun şu kadarı aptaldır” sözüne destek atmak değil derdim, meselem aslında tam tersi. Başkalarını aptal görme, bu yolla kendi zekâmızı yüceltme bizlere hayli keyif veren yaygın bir refleks, belirttiğim gibi özgün bir yanı da yok. Zaten sosyal refleks kalıplarımıza seslenen söylemlerin kolaylıkla popülerleşmesi de bu yüzden. Evet, birçok aydın o rahatlatıcı kalıp yargıyı paylaşır: Aydınlar, kendisi gibi düşünen aydınlar akıllıdır, geri kalanlar aptaldır. Hayır, bu doğru değil. Bir tür olarak aptalız biz, evrimsel gelişmede bir noktaya kadar gelmişiz, orada kalmışız, bu anlamda genel olarak salağız. Gayet açık, evet, ben de salağım, sıradan bir vatandaştan çok önemli bir üstünlüğüm (beni ayrı bir tür yapacak üstünlüğüm) yok. Aydınların da zekâsı çok gelişmiş değil. Sosyal bilimcilerin de öyle. Sıradan vatandaşın ortalama sosyal IQ’su tahminen 60-65 ise, aydınların ortalaması da 75’dir, o kadar. Dahası dünyanın gelmiş geçmiş tüm önemli düşünürlerinin de zekâsı hayli yetersizdir.

Konuya biraz daha açıklık getireyim: İnsan soyunun pratik zekâsı, teknik zekâsı çok gelişmiş. Gelişmeyen yanı sosyal zekâsı. Bir de dil zekâsı var ana grup olarak. Demek ki neymiş üç ana zekâ bölümü: Teknik (pratik), Sosyal ve Dil zekâları. Teknik zekâ gelişmiş, dil zekâsı hayli gelişmiş, sosyal zekâ güdük kalmış.

Teknik zekâsı geliştiği için bazı teknik bilim dallarında, endüstride büyük ilerlemeler kaydetmiş insan soyu. Fiziğe, matematiğe, bilgisayara, mühendisliğe kafası bayağı iyi (tabii ki o alanda da mükemmel değil) çalışıyor. İnsan, yüz binlerce yıl, yaşamda kalma mücadelesinde teknik zekâsının gelişimiyle ayakta kalmış daha çok. Bunu yaparken kabile toplumu içindeki ilişkileri idare edecek kadar bir sosyal zekâ yetmiş ona. Gelin görün ki, şu anda, ancak bir kabile toplumuna yetecek düzeyde bir sosyal akılla yönetmeye çalışıyor bu devasa “uygarlığı” ve kendini. Milyarlık toplumları, on milyonluk şehirleri kabile toplumundan bu yana bir gıdım geliştiremediği sosyal zekâsıyla çekip çevirmeye çalışıyor. Ve tabii ki her şeyi yüzüne gözüne bulaştırıyor.

İşte sosyal bilimler alanında bu kadar birbiriyle çelişen kuramın bulunması, hiçbirinin veya toplamının birçok şeyi aydınlatamaması da bu yetersizliğe dayanıyor. Binlerce “büyük düşünür”, on binlerce “zekâ küpü sosyal bilimci”… Toplamı: elde var sıfır neredeyse. Büyük düşünür denince, aydınların ortalamasından olsa olsa 10 puan daha yüksektir zekâları. 80-85: Hepsi bu. 2012’ye geldik, hâlâ toplumların nereye gittiği konusunda elle tutulur bir bilgi, açıklık getiren bir kuram yok elimizde. Yüz yıl öncesine göre aldığımız yol ancak birkaç arpa boyu. Bu üstün felsefecilerin, büyük bilimcilerin bir dediği de öbürününkini tutsun artık değil mi! Dünyayı değiştirmekten geçtik, üç kişi aynı şekilde izah etsin bari! Bizler felsefeye dalıp, durmaksızın “özne”den, “kendinde şey”den bahsederken, yaşanan gerçek hayatta bizler dahil tüm toplum aslında “nesne”yi, “ötekinin şeyi”ni düşünüyor, altımızdaki dünya çekilip gidiyor, yok oluyor, uyarıyoruz kimsenin umurunda değil: Dokunulamaz felsefeye devam. Felsefenin ve toplumbilimlerin aczini insanın, toplumun karmaşıklığıyla gerekçelendirmeyin lütfen. İnsan da toplum da atla deve sayılmaz. Karmaşık, karışık olan insanın sosyal aklı. Daha büyük problem de her salak gibi insanın kendi yetersiz aklını pek harikulade bir şey zannetmesi.

Felsefeyi yoldan çıkaranlar
Başlangıçta felsefe çok daha açık ve anlaşılırdı. “Nesne”siyle, yani en başta doğa ve insanlıkla uyum içinde bulunma kaygısı taşıyordu. İnsanlığın bilgi birikimi arttıkça felsefi aptallık da paradoksal biçimde artmaya başladı. Çünkü bu bilgi birikimini insan ve toplum açısından yorumlayacak sosyal zekâ yetersizdi. Düşünürler gelişen yeni bilgiyi dil zekâlarıyla, bunun altında yatan dil mantığıyla çözümlemeye giriştikçe felsefi alan korkunç ölçüde derinleşti ve yaygınlaştı ama çıkmaza giden yolun başlangıcı da bu oldu. Çünkü dil zekâsı “şeytani” bir zekâdır, oyunbaz bir zekâdır ve insanı doğrudan çok yanlışa sürükler. Gelişen bilgi ve artı dil zekâsının getirdiği bu anormal zenginleşme ancak teknik zâkanın denetimi ve önderliğini kabul etmekle bir işe yarar hale gelebilirdi. (Bazı düşünürlerin ve tabii Marx, Engels, Lenin vb. yapmaya çalıştığı.) Ama sosyal zekâ sürekli işe karışıyor, teknik zekâyı kullanmanın ilkel ve demode olduğunu ileri sürüyor, doğayla, insanla uyumlu her türlü doğal bilgiyi bozuyor, bulandırıyordu. Sonra bu yol (felsefede teknik zekânın kullanımı) neredeyse tümden terk edildi, bilimlerle, sosyal bilimlerle felsefenin yolu, devrimci pratikle felsefenin yolu iyice ayrıştı. Marx öncesinde ve sonrasında düşünürlerin ve düşünce akımlarının büyük çoğunluğu, insanın yaşanan gerçeğinden, toplumun yaşanan gerçeğinden kopuk saçmalık silsileleri yayarak sosyal zekânın daha da gerilemesine yol açmaya başladılar.

Felsefe uzun süredir tam bir “aptal alim”liğe dönüşmüş durumda. Yineliyorum, nedeni, sosyal akıl yetersizliğidir ve bununla bir örgü halinde kopmaz bir bütün teşkil eden, sosyal zekâyı aşağı çeken o tüm birleşik öğelerdir: Kendileri de bir insan olan düşünürlerin, gerçekte yüksek olan ham zekâlarını kötü yola sürükleyen aidiyet hisleri, inançları, ön yargıları, duygulanımları, çıkarları, bencillikleri, inatçılıkları, tümüyle öznel deneyimleri, çığır açma, yeni bir şey bulma dürtüleri vb.

Leonhard Euler, filozofların bu aptal alimliğini ne güzel anlatıyor: Diyor ki, bir çiftçi, kahya diye bir şeyin olduğuna, kahyanın var olduğuna, kahya önünde durduğu halde inanmıyorsa “haklı olarak deli yerine konulur. Fakat bir filozof bu tarz düşüncelerde ileri gidince, onun sıradan insanların kavrayışının çok ilerisinde olan bilgisini ve bilgeliğini takdir etmemizi bekler.”

Bugün birçok düşünce akımı gerçeklikle (insanla) uyumlu olup olmadığına bakılmaksızın yinelenen, kısır bir nitelikte tekrar ve tekrar üretilen mezmurlar silsilesi gibidir. Adeta akıl hastalığı boyutunda yaşanan bu gerçekten kopuş hali, dünyanın liberal ve sol entelektüellerinin ezici çoğunluğunun vicdan rahatlatma ayinleri olarak ciddi bir psikolojik işleve sahiptir. Rejime sağladığı ideolojik destekler dışında.

Sorun sadece düşünürlerde değil
Felsefede veya sosyal bilimlerde problem sadece en tepede değil. Dünya üstünde 10 milyar insan varsa 10 milyar da filozof, bir o kadar kuramcı, az eksiği bilgin, birkaç misli fazlası parti başkanı mevcut. Bir şeyi de bilmeyin, herhangi bir konuda da fikriniz bulunmasın be kardeşlerim! Hele ki o kişi kendini bir şekilde aydın kabul ediyorsa, her dakika bir “özgün” fikir saçar etrafına.

Fizikte, matematikte işi bilenlerin çok büyük çoğunluğunun kabul ettiği genel doğrular bulunur ki, üstünde anlaşılan bu genel doğrular bilginin tamamını değilse bile tamamına yakınını oluşturur. Sosyal bilimler için böyle bir şey yok. Yüz milyonlarca “özgün” filozofun yüz milyonlarca birbirine zıt fikri çarpışır.

Bırakınız eğitimsiz insanları, çok iyi öğretim görmüş insanların tercihlerine bakıyorsunuz tüm dünyada: Büyük bir çoğunluğu yüzlerce değişik alanda büyük bir çoğunlukla yanlış. Oy verdikleri partiler, seçtikleri kitaplar, okudukları gazeteler, yedikleri yemekler… yattıkları uyku bile yanlış, yanlış yanlış… Bu öznel bir saptama değil, son derece nesnel, rakamlarla gösterilebilir bir gerçeklik. Pek çok bakımdan dünya hallerinin her geçen gün kötüye gitmesinden, ülkemiz hallerinin kötüye gitmesinden, bunun nesnel verilerinden anlayabilirsiniz tüm bu yeğlemelerin iyi mi kötü mü olduğunu.

Yakın zamana dek, örneğin aydınlar arasındaki, daha daraltayım sol aydınlar arasındaki bu hastalık boyundaki fikri anlaşmazlığı başka şeylerle açıklamaya kalkıyordum. Örneğin karakter farklılıklarıyla. Karakter farklılıkları bir şeyleri bir yere kadar açıklıyor, bir yerden sonra tıkanıyor. Karakter olarak sağlam pek çok solcu birey tanıyorum. Paragöz olmayan, düzene tümüyle kendini teslim etmemiş, iyi bir şeyler yapmaya gayretli, okuyan ve düşünmeye çalışan… Öte yandan evet, bunların da her biri ayrı bir filozof, her biri ayrı parti lideridir. Bazıları değişik partilerin üyeleridir aynı zamanda, yani belli bir düşünce disiplinini kabul etmiş insanlar. Fark etmiyor: Neredeyse hiçbir konuda tam aynı şeyleri düşünmezler, o yine iyi, pek çok önemli konuda taban tabana zıt yerlerde durabilirler. Başka? Ne sınıfsal konumları iyi açıklayabiliyor bireylerin tercihlerini, ne de grupsal dinamikleri. Hayatla olan bağları, ilişkileri… Bireylerin ve grupların, sınıfların refah durumları, maddi konumları… Hepsi az biraz bir şeyleri açıklıyor, ama işte sisin içine kadar.

Ve bu alanda söylenebilecek gerçekten “bilimsel” ve gerçekten “doğru” şeyler sorunun kendisine çarpıyor: Anlayışsızlığa, anlama düzeyi düşüklüğüne. Ancak güçlü bir parti veya lider çıkacak da, aydınların bir bölümünü geçici ve görece olarak birleştirecek. “Beyinlerimiz düşünmek için değil, düşünmekten kaçınmak için tasarlanmıştır.” “İnsan ırkını, bilişsel olarak doğuştan yetenekli olmaktan ziyade kötü düşünürler olarak değerlendirmenin neden daha yararlı olduğunu göreceksiniz.” (D.T. Willingham, Çocuklar Okulu Neden Sevmez, İthaki Yay. s: 9,10,12)

Bu kapkara görünen tablo içinde küçük bir umut ışığı, bir öneri:
Yukarıda alıntıladığım cümlede var bir ipucu. Bir kere bu yetersiz zekâyı kabullenmek gerekiyor. Tanıda anlaşmadan rehabilitasyona girişemezsiniz. Ağır akıl hastasına hasta olduğunu, aptala aptal olduğunu kabul ettirmek zordur, ama imkansız değildir. İnsan aklının şımarıklığını yenmek, bu sözde cin fikirliliğin burnunu kırmak gerekiyor. Sonra, sosyal bilimleri, felsefeyi, devrimci kuramı, insanın gelişmemiş sosyal zekâsının alanından, aptallığın yetki sınırlarından uzaklaştırıp gelişmiş teknik zekâsının alanına, sınırlarına sokmak gerekiyor. Bunu yaparken baştan çıkarıcı, kötü yola düşürücü dil zekâsını bir hayli tımar etmek gerekiyor. Sosyal bilimleri matematiğe, fiziğe, biyolojiye, evrimbilime yaklaştırmak, daha sonraki aşamada tamamen bunlarla ortak hale getirmek gerekiyor. Bu sağlanamadığı sürece insanı, toplumu anlayamayacağımız gibi, anladığımızı şeyleri bırakın sıradan vatandaşa, aydınlara bile aktarmamız imkansız görünüyor.

“Burada amaçlarımdan biri de sol içinde beşeri bilimlerle uğraşanlar ve doğa bilimcileri arasında doğacak bir diyaloğa küçük bir katkıda bulunmaktır çoğu ilk gruptan gelen bazı iyimser beyanlara rağmen ‘iki kültür zihniyeti’ arasındaki fark belki de son elli yılda olduğundan daha fazla açılmıştır. Doğa bilimcilerin postmodern aptallıktan korkması için pek neden yoktur söz oyunları, toplumsal gerçeklerin titizlikle incelenmesinin yerini alınca bundan en çok mağdur olanlar tarih, sosyal bilimler ve sol siyasettir.” (Alan Sokal, Şakanın Ardından, Alfa Yay.)

Alan Sokal, benim dediğimi daha kibar, daha mütevazı bir dille ortaya koyuyor. Elbette yukarıdaki paragrafta ortaya koyduğum istemde yalnız değilim. Benim yaptığım şey olguyu daha bir kavramsallaştırmak, daha bir somutlamak.

Örneğin aynı Sokal, sosyal bilimler için önerdiği yönteme ilişkin şunları söylüyor: “Tarihçiler ve bilimciler gibi, kültür eleştirmenlerinin de bilgilendirilmiş bir kuşkuculuğa ihtiyacı vardır: Kanıtı ve mantığı değerlendirebilen bunun yanında bu kanıta ve mantığa dayalı (deneme yanılma yöntemiyle de olsa), akla uygun yargılarda bulunabilen bir kuşkuculuk.” (Aynı eser, s: 97)

Bu bakımdan Tilly’nin şemalı, grafikli, hayli nesnel çözümlemeleri, birçok popüler Marksistin soyut, üst kuramsal çözümlemelerinden daha anlamlı, daha devrimci geliyor bana. Öyle ki burada ortaya çıkan yanlışları daha kolay kavrayabiliyor, daha kolay gösterebiliyoruz. En azından benim zekâm buna yetebiliyor! On binlerce Althusserin, Lacanın kelime oyunlarına dönüştürdüğü, tamamı spekülasyondan ibaret fikir cambazlıklarında sayılamayacak kadar çok ucuz hata görsek, bunu kime anlatabiliriz! Hangi ortak dille, değerle anlatabiliriz?

Tek tek insanların “çok doğru” düşünmesinin bunlar gerçekten doğru bile olsalar anlamı zayıf. Örneğin, ben kendim, çok doğru düşündüğümü, toplumu anlamak için yazının başında bahsettiğim beş altı metrelik tümsekten daha üst bir konumda durduğumu biliyorum. Bundan eminim. Ama tek veya bir avuç kaldıktan sonra bunun ne önemi var. Benimki gibi bir sanı içinde on milyonlarca insan yaşıyorsa şu yeryüzünde, kendilerinin filozofları… Hiçbir düşünce büyük çoğunluğa yaygınlaşmadıkça, bu anlamda tamamlanmadıkça tam doğru değildir. Bu ilkeyi unutmayın, evrenseldir. O yüzden insanları daha yoğun fikir birliktelerine zorlamak gerekiyor. Onun yolu da söz oyunlarına dayanan tüm felsefeleri kaldırıp çöpe atmaktan, somut ve pozitif bilimci düşünmekten geçiyor.