Faydacı devletten demokratik çözümlere

Geçen hafta faydacı devletten söz ettik. “İyi yönetişim” modellerinin temellendirdiği günümüz yeni devlet modeli, kişilerin faydasının ne ve nerede olduğunu bildiğini düşünen “koruyucu” bir devlet. Toplumsal meselelere duyarlı birçok sol çevrelerin ilgisini çekebilen kişisel özgürlüklere duyarlı ve bu bağlamda çözüm üretmeyi kendine görev bilmiş bir devlet anlayışından söz edilebilir. Yalnız burada “çok küçük” görünen fakat aslında “çok büyük” olan bir nüans var: o da tartışılabilecek olan meselelerin doğrudan sermaye birikimi rejimini tehlikeye ve/veya sekteye uğratmaması şartıdır. Sosyal faydacı yeni toplumsal mutabakatların iş güvenliği gibi konuları kapsamadığını görüyoruz. Onun içindir ki, piyasa şartları ve düzeni, toplumsal aktörlerin baştan kabul etmesi gereken şartlar olacaktır. Dolayısıyla uzlaşıya gidecek yolda bu konular taraflar arasında sorgulanmayacaktır. Onun için günümüzde örgütlü STK’ların (emekçi örgütlerin ve sendikaların), örgütsüz STK’lara nazaran gücü çok azalmıştır. Artık siyasi iktidarların iş piyasaları ile ilgili yasal düzenlemeleri sembolik olarak duyurdukları bir kuruluş olmaktan öteye gidememektedirler. Bu açıdan örneğin 5 kişi ile yazılan raporlar, yapılan proje ve öneriler, 500 bin kişiyi ilgilendiren iş güvenliği ile ilgili taleplerin önüne geçmektedir.

Uzun süre soL yazılarında bahsetmek istediğimiz konu şu: bir kere bugünkü neo liberal siyasetin elle tutulacak yeri yok. Bu genel bir tespit ve sanırız birçok yazar bu görüşe katılıyor. Yalnız bugün liberalizmin başına neo sıfatı eklediğimiz vakit, özellikle iş piyasalarındaki anti-sosyal neo-liberal siyasetten, liberalizmi kurtarmak pek mümkün olmuyor. soL yazılarda çokça dile getirdiğimiz mesele budur işte. İktisadi ve sosyal düşünceler tarihinde çeşitli sınıflandırmalar vardır. Örneğin bunlardan bir tanesi libertaryendir. Bazıları da aynı kişilere anarşist, federalist demeyi tercih eder. Bütün bu tanımlamalar aslında bu kişilerin ve fikirlerini liberalizmden soyutlamak için olduğunu anlamak güç değildir. Aynı şekilde bir Arthur de Gobineau vardır. Bu ırkların üstünlüğü üzerine yazılar yazmış antropolog kişi’de “ırkçı” olarak sınıflandırılır. Antropoloji de bu bağlamda, örneğin sosyoloji’ye nazaran, çok matah bir bilim dalı olmadığının altı çizilerek diğer sosyal bilimlerden arındırılmış olur. Nazi’lerin fikirlerinin şekillenmesinde Gobineau’nun etkilerinin çok fazla olduğu hemen herkes tarafından kabul görülür. Gobineau ve Nazilerin sosyal bilimlerde liberal düşünceden ayrıştırılıp sınıflandırmalarının temel nedeni her ikisinin de (iyi ki) yenilgiye uğramasıdır.

Öbür taraftan XX yüzyıl liberallerine ilham vermiş olanlara baktığımızda iki kişi gözümüze çarpar. İlki Gustave de Molinari, ikincisi de Clemant Colson. İkisi de 19 yüzyıl sonu ile 20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar yaşamışlar. Bu bağlamda 1929 krizini ve sonrasını görememişlerdir. Fakat 29 krizi sonrası Avusturya Okulu (bir başka ayırım daha) iktisatçıları olan Hayek’e, von Mises’e, Rueff’e, Rougier’ye ve günümüz liberallerine ilham kaynağı olmuşlar. Örneğin Jacques Rueff’in 1922 tarihli “Des sciences physiques aux sciences morales” adlı kitabının önsözünü Clement Colson yazmıştır. Colson bir liberal iktisatçıdır ve 1918’de yazdığı Organisme économique et désordre social” adlı çalışmasında bugünkü neo liberal devlet yapısının temellerini atmaktadır. O dönem ki, her liberal gibi fakirlere, muhtaç olanlara yönelik kamu yardımlarına karşıdır. (daha önce bu konuları eski soL yazılarında işlemiştik). Fakat bunu önlemek için liberal devlete yeni görevler yükler. Mesela yardım alanın sarhoş veya sızmış bir vaziyette bulunması halinde tutuklanıp hapse atılmasını ve yardımlarının kesilmesini istemektedir. Bu açıdan fakirlere yönelik yardımları önlemek için diğer liberallerden onu ayıran fark, polisiye yöntemlere başvurmak istemesidir.

Günümüzde adına bir enstitünün bile bulunduğu (Molinari Enstitüsü) bir diğer liberal Gustave de Molinari’nin 1906 yılında yaşlılığında yazdığı “Questions économique a l’ordre du jour” adlı çalışmasında emekçilerin eski köleler gibi iş yapması gerektiğini ve bunun koşulları üzerinde durduğunu yazmıştık (bkz: eski yazılar). Hatta kölelik sisteminin günümüz özgür iş piyasalarına nazaran birçok avantajı barındırdığını da söyler. Örneğin “merkezi” olması (köle pazarları) köle-işçi bulmayı kolaylaştırmaktadır. Bu türden yazıları 19’ncu yüzyılda yaşamış başka liberal yazarlarda da rastlamak mümkündür. Fakat daha gençken 1863 yılında yazdığı “Cours d’économie politique” adlı çalışmasında yazar aleni şekilde ırkçılık yapmaktadır. Ama Molinari, Gobineau gibi “ırkçı” yaftası alıp bir kenara konulmamıştır. Bunun en önemli nedeni olarak liberalizmin, Naziler gibi “yenilmemiş” olmasından kaynaklandığını düşünmekteyiz. Nitekim yukarıda bahsedilen kitabının 233 -235 sayfalarında aşağı yukarı (tam tercüme değil) şunları der: “Zenciler her ne kadar bazı kişisel özellikleri ile (örneğin itaatkâr olmaları, sahiplerini sevmeleri…) beyazlara nazaran üstünlük sağlıyor olsa bile, genel anlamda zenciler beyazlara nazaran alt bir ırktır”. Hatta öyledir ki, “yetişkin bir zenci, 7 yaşındaki bir beyaz çocuğun mantığına ve davranış özelliklerine sahiptir”. Onun için nasıl bu çocuk tek başına yaşayamayacağı için bir hamisi olması gerekiyorsa zencilerinde kendilerine bakacak, ilgilenecek hamisi olması gerekir. Molinari bununla da kalmaz kitabının 234’çü sayfasında James Spence’in “Union americaine” adlı kitabına atıfta bulunarak zenciler hakkında söylediklerine destek sağlar. Spence ilgili kitabında zenciler için zekâ özürlü olduklarını ve ne yapılırsa yapılsın zekâlarının Avrupalıların seviyesine hiçbir zaman erişemeyeceğini söyler. Onların zekâsı ne bir şey keşfetmeye yarar, ne bir şeyi geliştirmeye… Yazar bir de ekleme yapar: “bu tespitler tabii ki arî ve karışmamış zenci ırkı içindir”. Yoksa başka ırklarla biraz karışmışsa o zaman zenci daha yüksek bir zekâ seviyesine sahip olabilir. Zencileri özgürlüklerini vermenin bir anlamı olmadığını, eğer öyle olursa, “özgür olmanın ne olduğunu bilecek kafaya sahip olamadıklarından, patronum acaba beni terk mi ediyor? diyerek üzülürler” demektedir Spence. Bu tür Amerikalı bir yazarı Molinari, zencilerin ne kadar aşağılık bir ırk olduğunu göstermek amacıyla kitabına alır. James Spence’in 1861 yılında yazdığı “The American union its effect on national character and policy” adlı kitabının 1862 yılında Fransızca tercümesine yazmış olduğu önsözünde şunu söyler (tercüme bire bir değil): “Fransa’daki Cumhuriyet rejimi, ne ticaretin gelişmesi, ne sistemin samimiyeti ne de düşünce özgürlüğü için olumlu olmuştur”. Amerikalı Spence’de tıpkı Bastiat gibi, Colson gibi, Molinari gibi liberal yazarlar gibi Rousseau’cu cumhuriyetin azılı düşmanlarıdır. Neden? Çünkü Rousseau’nun toplumsal mutabakatının sermayeye ek görevler yüklediği için. İş güvenliği, kamu yardımları konuları ön plana çıkarttığı için. Günümüz iş piyasaları da iş güvenliğini, kıdem tazminatının yüksekliğini sorgulayıp yerine taşeronlaşmayı, esnek iş piyasalarını, kısa süreli çalışmaları önermiyor mu?

60-70’li yıllardaki sosyal refah devletinde “liberal” kelimesi başına bir “sosyal” kelimesi almak zorunda kalıyordu. Bu bağlamda o dönemlerde sosyal liberal olmak mümkündü. Ama yeni sosyal faydacı devlet modeli içinde liberal olmak, sadece sermaye birikimi sürecini doğrudan etkilemeyen toplumsal özgürlükleri (kadın hakları, eşcinsel haklar, çocuk hakları vs…) savunmak değil, ama aynı zamanda “verimlilik esasına” göre işleyecek olan “iş piyasaları” düzenine de uymak zorunda olmak demektir. Eğer “iyi yönetişim” modellerine dayanak yaparak esnek iş piyasalarını eleştirdiğiniz zaman, taraflar arası uyumlaşma süreci tartışmaları içerisinde size bol, bol sosyal fayda anlatılacaktır. O zaman geriye verimlilik esasına göre biçimlendirilmiş esnek iş piyasalarını “geçerli” bir hipotez olarak kabul etmekten başka şansınız olmayacaktır. Onun üzerine biraz sosyal sos ekleyebilirsiniz. Ama son tahlilde sermaye bu yaptığınız sosyal önlemlerin maliyetine bakacaktır ve ona göre kabul veya ret edecektir. Çünkü sosyal refah devletinde yaşamıyoruz. Bilmem anlatabiliyor muyum?