Türk-İş’te gelen gideni aratacak

Ülkemizin en büyük işçi konfederasyonu Türk-İş’te önceki gün Genel Başkan Mustafa Kumlu istifa etti. Bu istifa sürpriz olmadı çünkü yönetimdeki kriz uzun süre önce su yüzüne çıkmıştı.
Öyle ki, bu kriz, konfederasyonu Haziran ayında bir olağanüstü genel kurulun eşiğine getirmiş ancak genel kurul kararı alan yönetim kurulu üyeleri, koltuk hesabında belirsizlikler ortaya çıkınca bu kararı resmileştirememişlerdi. O dönemde de, diğer yönetim kurulu üyeleri Kumlu’nun istifasını istemiş, istifa gelmeyince resmileştirilemeyen olağanüstü genel kurul kararı alınmak durumunda kalmıştı.
Şimdi Mustafa Kumlu’nun ikna edildiği veya istifaya zorlandığı, bir olağanüstü genel kurula gerek kalmadan yönetimden uzaklaştırıldığı anlaşılıyor.
Türk-İş yönetimindeki kriz, 6356 Sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu çıkarılmadan önce, Başkan Kumlu’nun yönetim kurulundan habersiz, hükümet ve işveren örgütleriyle bir uzlaşma protokolü imzaladığının açığa çıkması ile patlak vermişti. Bunun görünen neden olduğu, yönetimdeki huzursuzluğun çok daha öncesine dayandığı gözleniyordu. Türk-İş yönetimi bu nedenle bir süredir ortak karar almakta zorlanıyordu, Başkanlar Kurulu ise toplanamıyordu.
Peki 2011 yılında gerçekleştirilen Genel Kurul’dan bu yana, Türk-İş’in işçi sınıfını ilgilendiren birçok başlıkta suskun kalması, üye sendikalarının uğradığı saldırıları görmezden gelmesi yönetimdeki kriz ile açıklanabilir mi?
Elbette açıklanamaz. 1952 yılında kurulan Türk-İş’in nasıl bir misyonla yola çıktığı ve yıllar içerisinde sendikal pratiğiyle, ülkemizde nasıl bir sendikal anlayışı yerleştirdiği biliniyor. En genel ifadeyle “uzlaşmacılık” ile tanımlanabilecek bu pratik, konfederasyonu, iktidarların işçi sınıfı içerisindeki temsilcisi haline getirdi.
AKP’li yıllarda ise ülkedeki dönüşüme paralel olarak yürütülen sendikal operasyonlarla konfederasyonun uzlaşmacı misyonunu yürütmesine olanak sağlayan meşruiyet kırıntıları da ortadan kalktı. Aynı yıllarda Türk-İş’in hükümetin “arka bahçesi” olarak nitelenmesi, “yandaş” konfederasyonlardan daha “yandaş” bir pozisyon alması şaşırtıcı olmadı. Türk-İş ile üye sendikalarının tabanı arasında tüm bağlar koptu, işçiye bütünüyle yabancılaştı.
Türk-İş’in bu yıllarına, 2003-2007 yılları arasında genel sekreteri, 2007’den bugüne genel başkanı olan Mustafa Kumlu damgasını vurmuştu.
Sosyal güvenliğin tasfiyesini sineye çeken, 2010 Anayasa Referandumu’nda sendikalarını “serbest” bırakarak “evet” cephesine kan taşıyan Türk-İş’in, Gezi Direnişi sırasında aldığı tavır ise hükümete büyük bir destek niteliğindeydi. Memleket meselelerinde sicili böyle olan Türk-İş’in işçilerin hak ve kazanımlarının korunması için ses çıkarmasını beklemek safdillik olurdu. Nitekim, 30 yıldan sonra değiştirilen sendikal mevzuat için kapalı kapılar ardında pazarlıklar yaptı. Kamu toplu sözleşme süreçlerinde, hükümetin elini rahatlatan anlaşmalara imza attı. Özelleştirme politikalarına karşı çıkmak şöyle dursun, bu politikaları kolaylaştırdı. Üye sendikalarının, Hak-İş’e bağlı sendikalar ve hükümetin doğrudan müdahaleleriyle altlarının oyulmasına göz yumdu. ÇAYKUR, THY ve Darphane grevlerinde, bizzat hükümetin yönlendirmeleriyle işverenin açık grev kırıcı uygulamalarına sessiz kaldı.
Böyle bir Türk-İş’in, herhangi bir taban basıncı ya da konfederasyonun anlayışını sorgulayan muhalif sendikaların hamlesi olmadan kaybettiği meşruiyet kırıntılarını yeniden kazanması mümkün mü? Sadece Genel Başkan’ın istifası, yönetimde yeni bir işbölümünün yapılması bu tabloyu değiştirebilir mi? Bu sorulara verilecek yanıtlar olumsuz olacaktır.
İstifa, aslında bir koalisyon olan hükümetin içindeki çatlağın, Türk-İş yönetimindeki tezahürüdür. Hükümetin, sınıfa yeni bir saldırı paketi için hazırlandığı bu paket için işçi ve işveren temsilcilerinin mutlak uzlaşısının tercih edileceği ve sonbaharın sıcaklaşacağı dönemde, önemli bir mevzinin tahkim edilmesidir.
Hal böyleyken, Türk-İş’te gelen gideni aratır.