Türkali’nin “Dan!”ı

Avcı, tanımadığı bir köyün meydan kahvesinde çökmüş sandalyeye. Yıllardır birbirleriyle yaşamış adamların ortak anılarıyla sürüp gidiyormuş kahvede sohbet. Her biri, diğerinin anlattığı şeye göndermeyle, “onu dedin de aklıma geldi” deyip alıyormuş sözü. Avcı sıkılmış. Hiçbir anlatılan, ona fırsat yaratıp, av palavraları sıkmasına izin vermiyormuş. “Dan!” diye bağırmış dayanamayıp. Bütün başlar ona dönmüş. Sessizliği sağlayan avcı, tek ayağını altına almış sandalyede, memnun, sürdürmüş sözü: “Dan dedim de, aklıma geldi…”

Biraz böyle bir durum var şu aralar. Bakın geçenlerde, Lenin’in “Ne Yapmalı” kitabının Agora Kitaplığı’ndan çıkan baskısına yönelik, çevirinin, daha önce Mihri Belli tarafından yapılıp Muzaffer Erdost imzasıyla yayınlanan Sol Yayınları çevirisinden “aparma” olduğu tartışması başladı. İddia sahipleri, iki çeviriyi karşılaştırarak, tezlerini sundular. Radikal de, bir soruşturmayla habere yer verdi. Durum net değil mi? Bu çeviri, önceki çeviriden bazı kelime değişiklikleriyle yapılan bir “aparma” mı? Tartışma bu. Peki, görüşü alınanlar arasında bulunan, “suçlanan” yayınevi ve çevirmen, ne karşılık veriyorlar bu iddialara? Özetle şu: “TKP, çevirinin Stalinist olmamasından rahatsız oldu, ortalığı karıştırmak, kendi çevrelerinin bu çeviriyi okumasını engellemek istiyor.” Hayda! Lenin’in Stalinist çevirisi nasıl bir şeydir anlamasanız da önemli değil de, ortadaki tartışmanın bununla ilgisi ne? Sen iddiayı yanıtlasana, “dan!” diyene kadar… Ama yok, şimdi TKP’ye saldırdıkça sözün dinleniyor, meselenin ne olduğunu güme götürme şansın oluyor, konuyla ilgili somut bir şey söylemene gerek kalmıyor. Bunlar iyi iyi… Birşeyleri gösteriyor…

Aman, ne çok meraklısı varmış bu işin. Ne çok “birileri TKP’ye sövüp saysa da, yüreğimiz yağ bağlasa” diye bekleşen varmış. “Hişt, duydunuz mu, TKP şöyle demiş, sizin yanıtınız ne olur” diye elde mikrofon dolanan amma zevat türemiş. Ne çok “dan!” diyesi olan çökmüş sandalyelere. İyi iyi. Bunun da keyifli yanları var… Birşeyleri gösteriyor…

“Mavi Karanlık”ın İbraam’ını düşündüm geçen, yazarının gerçekten anlamakta zorlandığım hışmını sürdürdüğü yeni “röportaj”ını okurken. Nergis’in, Özgür’ün gözleri arkada, sadece birkaç meraklının izlediği yolculuğa çıkan “güvensiz” teknelerine gelip binecek, birlikte yolculuk edecekler diye umdukları İbraam’ı. İstanbul’a, fabrikaya gitmek için, gençlerin “beli ça’lak” teknesini değil, otobüsü tercih eden, tekne gözden kaybolana kadar bekleyip, sonra Raşit’in kahveye inen İbraam, “Enayi miyim” diye açıklamıştı bu “ekiş”ini hani, “dosdoğru yol varken”… Bakıyorum da şimdi, belki de, yeniden yorumlamak, küçük burjuva “aydın”lığına değil, açık denize tekneyle açılanların “emekçi de bizi izleyecek” fantezisini boşa çıkaran, bencil, kendi “e’me” derdine düşmüş, bilinçlenememiş, “kendisi için alınan risk”i anlayamamış bir konuma yerleştirerek İbraam’a çatmak lazım artık.

Bize bu romanı zamanında okuyup anlamadığımızı düşündürten, yeniden yorumlamayı, eskinin tersi bir sonuca ulaşmayı ilham eden de, son açıklamalarıyla Vedat Türkali’dir. Ama işte, edebiyatın gücü buradadır. Okuyanın, kendi konumuna göre, “mesaj”ı farklı boyutlarda üretebilmesi. İşe yazar da dahil olsa bile, bunun tartışılabilir olmaktan çıkmaması, yapıtların bağımsız kişiliklerini kazanmışlığındandır. Biz bunu düşüneduralım, ama parantezi şimdilik kapatalım, başkasını açalım.

Asla bir polemiğe girmeyi düşünmem. Söyledikleri doğru ya da yanlış olabilir, ama hâlâ bir iddianın sürdürülüyor olması nedeniyle, arkasında bıraktığı yıllara saygım, yazdıklarına beğenim azalmaz. Yalnız, saygı karşılıklı olmalı. Türkali, sık sık, “öz” TKP bu meseleye doğru bakıyordu, Komintern belgeleri var ortada filan diyor. Oralarda, o zamanlar ne denilmiş, diyelim Kürt meselesinde, diyelim Kemalizm meselesinde, oralara pek girmiyor. “Güven” romanına referans, yeterli olmuyor. Saygı, karşılıklı olmalı. Saçı değirmende ağarmış, örgüt nedir bilmemiş, Lenin okumamış, okusa anlamamış, Ekim’i 29’undan ibaret sanan, o belgelere, arşivlere ulaşamayan, “içeri”den nasiplenmemiş, tarihe bakma disiplini almamış birileriyle polemik edası, biraz saygısızlık olmuyor mu? Tevellüt, her şeyi mübah mı kılıyor? Böylesine naif bir serzenişle yetineyim şimdi.

Ama, şöyle bir şey yapayım. Olur a, bilmeyen, ulaşamayan vardır. “Güven”i de okumamış, ya da atlamışlardır. TKP’nin 1926 programına kadar uzanayım. Sonraki “revizyon”lar da gerekirse, onlara da gireriz. Türkali nasıl isterse… Şu mudur:

“Madde 13: Türkiye Komünist Partisi, milli azlıkların Türkiye’den ayrılmak hakkı da dahil olmak üzere, mukadderatlarını bizzat tayin etmek haklarını kayıtsız şartsız tanır. Halk Fırkası’nın Müslüman azlıkları zorla Türkleştirmek, Hıristiyan ve Musevi azlıkları da ezmek siyasetine her vasıta ile karşı koyar. Bunun dışında, bu azlıkların emekçi kitlelerine, bey ve ağalarının ve burjuvazilerinin kısmen Halk Fırkası’na yaklaşmak ve kısmen de emperyalizme satılmak şekillerini alan hıyanetlerini izah ile, onları Türk emekçileri ile birlikte, sömürücü sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleye sevk eder. Türkiye Komünist Partisi, onlar için hukukta tam bir eşitlik, dillerini kullanmak, kendi dilleriyle yayında bulunmak ve dillerini geliştirmek konusunda tam bir serbesti, köylülerin ve küçük aşiret üyelerinin yarı-derebeyi efendilerine ve reislerine esir olmaktan kurtarılmalarını bu bey ve ağalara ait arazinin, hayvanların köylülere ve aşiret üyelerine parasız dağıtılmasını talep eder.”

TKP’nin 1926 programının “Çalışma” bölümünde bu böyle. Türkali, “…bu azlıkların emekçi kitlelerine, bey ve ağalarının ve burjuvazilerinin kısmen Halk Fırkası’na yaklaşmak ve kısmen de emperyalizme satılmak şekillerini alan hıyanetlerini izah ile, onları Türk emekçileri ile birlikte, sömürücü sınıflara ve emperyalizme karşı mücadeleye sevk eder…” kısmına mı hiddetlidir? Dönemin Halk Fırkası’nı, o günün koşulları içinde değerlendirip, günümüz AKP’siyle karşılaştırsa, ne sonuç elde eder? Günümüzde emperyalizmi, bölge siyasetleri açısından değerlendirse, diyelim ABD’nin Ortadoğu ekseninde hamlelerine baksa, bir öncü partiye, ne tavsiye eder? Medet umulacak gücü, nasıl tarif eder? Kime bel bağlamayı reddeder? Bel bağlayan, medet umanlara eleştiriyi, nasıl karşılar?

Eksik bırakmış olmayalım. Aynı programın, “hükümet olunduğunda” bölümü de vardır. O da şu mudur:

“Madde 55. Amele köylü hükümeti, yoğun halk kitleleri halinde yaşayan milli azlıklara mukadderatlarını serbestçe tayin etmek ve arzu ederlerse devletten ayrılmak hakkını bahşeder. Milli azlıklara mensup komünistler, milletdaşları arasında işçilerin uluslararası dayanışması lehinde bir propaganda yapmak, kendilerini maddi ve hususi menfaatler karşılığında kısmen emperyalistlere satan varlıklı hakim sınıfların [bir bölümü Kemalist kisvesine bürünmüş ve bir bölümü de emperyalizme satılmış olan milli azlık hakim sınıflarının] emekçi kitlelerine nasıl emperyalist boyunduruğunu geçirmeye uğraştıklarını anlatmak suretiyle, milli azlıklara (Kürtler vb.) mensup işçiler ve köylülerle Türk işçi ve köylülerinin kardeşçe birleşmesi lehinde mücadelede bulunmak mecburiyetindedir.”

Kendi iktidarında bile, ne mecburiyetindeymiş? Kabul, buradaki bir sürü ifade, bir sürü tanım, bugün yeniden değerlendirilmek zorundadır. Ama bu, ayrı bir tartışmadır. “Dan!” demeden, önerilen bir programın, tarihten örnek verilen bir programın, konuyla ilgili iki maddesi bunlardır. Yorumsuz… Yıl, 1926'dır, bunu unutmadan...

Yine o dönemden devam edelim. Lenin’in sağlığında -bakarsınız sonrasına kefil değildir diye-, Komintern, meseleye nasıl bakmıştır, Türkali’nin “Güven”ini okumayan nereden bilecek? Neyse ki, ulaşılabilen kaynaklardır…

Saygı, karşılıklıdır. “Kemalist iktidarın komünistlere zulmü”nü bilmeyen mi var ki, emekçi karşıtı yapılanmasını duymayan mı var ki, Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet dedikçe, buralara göndermelerle kinaye yapılıp durulur? Hem de kelime oyunlu berbat kinayeler. Geçtik bizi, Komintern’e, diyelim Moskova’yı temsilen Radek’e saygısızlık olmaz mı bu? “Türkiyeli komünistlere şu öğüdü verdiğimiz için bir an bile pişman değiliz: Parti olarak örgütlendikten sonra ilk göreviniz Türkiye’deki milli kurtuluş hareketini desteklemek olmalıdır. Burada söz konusu olan Türkiye halkının geleceğidir. Türkiye halkı yolundaki engelleri ortadan kaldıracak mı, yoksa dünya sermayesinin kölesi mi olacak sorusudur… Ve kovuşturuldukları şu anda dahi, biz Türk komünistlerine şöyle sesleniyoruz: Bu ana bakarak, yakın geleceği unutmayın! Türkiye’nin büyük uluslararası önem taşıyan bağımsızlığını savunma görevi henüz sona ermiş değildir…” Enteresan… “… kovuşturuldukları şu anda dahi…” Uzunca bir konuşmadır bu ve yüzlerce örnekten biridir. Sınıf mücadelesini elbette biliyoruz, burjuvanın burjuva olduğunun farkındayız gibi sözlerle, Marks’tan örneklerle, daha 1922’de de açıklamalar yapmak zorunda kalmış, muzaffer devrimin ülkesinin temsilcisi. "Diplomasi”nin değil, devrimci bakışın politikasını izlediklerini anlatmak için alıntılar yapmaya itilmiş. Alışığız tarih boyu yani! Sınıf perspektifinden her türlü kopuşun, sınıfın partisine nasıl “çapsız” saldırılara dönüştüğünün tarihidir bir yönüyle de bizimki...

Türkali, bütün bunları bilir. Lenin’den Stalin’e, Komintern’e kadar, Mustafa Kemal ve Cumhuriyet o tarih diliminde nasıl değerlendirilmiştir, TKP’nin tutumu nedir ve biz bundan öte ne demişizdir, farkındadır. Ama işte, ille “dan!” diyesi tutmuştur bir kez…

Yine uzadı. Oysa, bol bol örneklemeyi düşünmüştüm. Neyse, gün torbaya girmedi ya. Yalnız, bütün bu örneklemelerin, sadece “aktarımsız” tarih göndermelerine bir karşılık olsun diye yapıldığını anımsatmakta fayda var. Yoksa, Mustafa Suphi, Şefik Hüsnü, Lenin, Komintern ne demişse doğru ve ezel ebed geçerli bir şablondur anlayışını, o “takılıp kaldığımız” Marks’ın diyalektiği, tarihsel materyalizmiyle aşamayacak “çocuklar” değiliz. Lenin’den de, pek okumamış, okuyup anlamamışsak da, “eski biçimlere yeni içeriğin girişi” lafını duymuşluğumuz vardır elhak. “Somut koşullar”ın “somut analiz”ini yapmak için, ille tarihsel referanslara, tutamaklara gerek duymayacak, üzerinde durduğumuz toprakların devrimci siyasetini üretecek kerteriz bulacak kadar zihnimiz açık. Maksat, kılavuzlarımızın çarpıtılmasına da izin vermemek. Saygımız gereği…

Peki. Bu mudur? Ha, o Bodrum açıklarına yol alan gençlerin teknesi mi, İbraam’ın otobüsü mü? Bir tavsiye bekleriz… “Türkiye’de Marksist-Leninist hiçbir örgüt yok”sa, bu hakkımızdır. Bir de, “1919 yılında Samsun’da tarihe kayıt düşülecek tek şey, bir yazarın doğumudur” dersek, tarih bilinci dersinden geçer, aklanır mıyız? Saygı, karşılıklı bir şeydir…