“Öteki Yer”e Sığınmak

Daha önceleri de birçok kez kuşkulandığım olmuştu, ama, Trevanian’ın bir romanını okuduğumda, herkeslerden gizlediğim ve beni ayrıcalıklı kıldığını sandığım “süper gücümün” aslında olmadığını kavramıştım. “Yirminci Mil”in Matthew’u, o kılkuyruk Ruth’a sırrını açarken, beni de telefon kulübesinde üstünü değiştirirken basılan Clark Kent’e çevirmişti. Namussuz, bana “meğer amma sıradan bir şeymiş” dedirtmekle de kalmamış, bir de, bu nefesiyle denizi dondurmanın bile ötesinde olduğunu düşünüp kurumlandığım şeyin temeline “korku”yu, “kaçma isteği”ni yerleştirmişti.

Matthew gibi ben de, yok kendimi ezdirmeyeyim, benim gibi Matthew da, küçükken sık yaşayıp da büyüdükçe kirlenmenin ağırlığından mı, hayatın gerçeklerini idrak etmekten mi geldiğini bilmediğim bir nedenle yitirdiğimiz, rüyalarda sıkıyı gördün mü uçuverip kurtulmanın bir benzerini, gerçek hayatta yaşıyorduk. “Yaşıyorduk” diyorum, çünkü roman kahramanı olduğuna bakmayın, Trevanian’ın gerçekliğinde bu olmasa, o Ringo Kid özentisi velede böylesine canlı anlattıramazdı.

“Öteki Yer’e geçmek” diye, benim akıl edemediğim bir de ad takmıştı o buna. Mekanizma şöyle işliyordu: İster fiziksel, ister psikolojik, acı eşiğinizin üzerine çıkacağı kesin bir şeye maruz kalmak üzereyseniz, ya da kalmışsanız, kendinizin dışına çıkıyordunuz. İster bir yerlerinizden kablolar sarksın, ister bir yakınınızı kaybedin, ister gül yaprağından ağır söz söylemeye kıyamadığınız birini çok üzmek zorunda kalın, bu yöntemi uyguluyordunuz. Kendinizi bir buzlu camın ardından izler hale geldiğiniz, dışınızdaki bir nesneye dönüştüğünüz, dolayısıyla bütün gerçekliğini yitirmiş bir sahneye bakarcasına fizik yansımalardan kurtulup psikolojik travmasını çok sonralara ertelediğiniz bir dayanma gücü elde ediyordunuz. Siz orada olmadığınız için, başınıza gelen her neyse, o suretinizi lime lime etse de, hissetmiyordunuz. Etinizi kesseler bağırmayabiliyor, bağıranı duymayabiliyordunuz.

Matthew, bunu önceleri çok ilgisiz bir şeye, diyelim birilerinin kendisini dövdüğü alanda, yerde gözüne çarpan bir çatlağa odaklanarak başarıyordu. Sonra, bu işte ustalaştıkça, böyle bir şeye gerek duymadan “Öteki Yer”e geçiveriyor olmuştu. “Burada her şey biraz yankılı ve pusluydu ve ben uzakta ve güvenliydim… Çok sakindim ve hiçbir şeyden korkmuyordum. Bana vurduklarını biliyordum, çocukların adımı bağırdıklarını biliyordum, ama canım acımıyordu ve aldırmıyordum…”

O, gittiği yerde, bir western efsanesi, Ringo Kid oluyor, dönüşlerinde de bunu yaşatabiliyordu. Oysa ben bunu keşfettiğimde, böylesi hayaller için fazla büyümüştüm. Belki de, “acılar çekecek yaşa geldiğim zaman, acıyla uğraşacak yerlerimi yok ettim” dizelerini bile okumuştum.

Bunları, “süpermen” olmadığımın idrakiyle gelen bir hayıflanma nedeniyle değil, bütün toplumsal katmanlarda gözlemlenebilecek sıradanlıkta bir şey olduğunu fark edemeyişin şaşkınlığıyla söylüyorum.

Evet, bu toplum, cümbür cemaat “Öteki Yer”e geçerek, başına gelenlere isyan etme refleksini de kaybetmiş gibi. Acı, ister kendi başlarına gelsin, ister başkalarının, dokunmaz olmuş. Yankı ve pus bürümüş hayatı, gerçeklik duygusu yitirilmiş. Birey bazında bir direniş gücü verip “dayanıklılık” yanılsaması yaratan şey, genele mal olduğunda, bir vurdumduymazlık, eziklik, kabullenme eşliğinde “tahammül” görünümlü tepkisizlik aracına dönüşmüş.

Bunun farklı kesimlerde farklı yansımaları var. Örneğin, kapitalizmin o müthiş acı veren çarkları her gün biraz daha hızlanarak dönerken, bunu etinde en fazla hissedip feryat etmesi gereken, başkalarının felaketine kayıtsız kalamayacağı beklenen bir kesim, başka bir şeye odaklanarak bunlara dışarıdan bakar durumda. Diyelim, “Savarona’da fuhuş” haberinden hareketle, özelleştirmeciliğin nasıl bir çözülüş, dağılış anlamı taşıdığını mı sergiliyor Kemal Okuyan, yorum geliyor: “Kemalizme bulaşıklığın göstergesi!” Anlıyorsunuz, kapitalizmin arazlarını ıskalatan bir odak noktası bulmuş bu “aşkın” devrimci. Diyelim, Pentagon çıkışlı 90’lardan kalma “bölgede üç İsrail” planı adım adım tatbik edilir olmuş ve bu emperyalist stratejinin parçalayarak kontrolü artırma girişimine dikkat çekiyorsunuz, “Öteki Yer”den sesler geliyor: “Bağımsızlığımızı hazmedemeyen milliyetçiler!” Anlıyorsunuz, odaklanılan bir milliyetçilik, emperyalizmin darbelerini hissettirmez olmuş. Diyelim, cemaatler, tarikatlar, ülkeyi kuşatmanın ötesine geçmiş ve bütün bir yönetsel erkin kilit noktalarını gaspetmiş, bunun nasıl bir evrilmeyle sonuçlanacağının somut görüngülerini sıralıyor, uyarıyorsunuz. “Ceberrut Cumhuriyet savunucusu!” Anlıyorsunuz, Jakobenliğe karşı demokrasi mavalına sığınılmış, gericilik zarar veremiyor.

Böyle bir dizi odak noktası üzerinden, bütün bir ülkenin, toplumun yaşadığı erozyon, üzerine yüklenen acı, umursanmaz hale gelmiş.

Matthew, bir kaygısını da aktarır Ruth’a. Ya, “Öteki Yer”e bir geçişinde, geri dönemez ve hep orada kalırsa? O, bir roman kahramanı nasılsa, nitekim başına geleceği gibi, hep bir western efsanesi Ringo Kid olarak da sürdürebilir yaşantısını. Gerçek kimliği uzun süre deşifre edilemeyen yazarı Trevanian gibi.

Ama bir toplum, sürgit “Öteki Yer”de yaşayamaz. Hissetmediği, başka şeylerle oyalanarak dıştaladığı acının travmasından kaçamaz. Kaygımız, reel hayata döndüğünde, yaralarını sarmak için epeyce gecikmiş olacağıdır. Bundandır, odaklanılan şeylerin üzerine gitmekte kararlı olup, buzlu camın, sisin, pusun ötesinden gelen seslere aldırmayışımız, “Öteki Yer”den gerçekler zeminine çekme uğraşımız.

Ben mi?