Sermaye özgürlük değil, egemenlik ister

Bu tespit, yirminci yüzyılın başında yaptığı mali sermaye çözümlemesiyle emperyalizm teorisine önemli katkıları olan Rudolf Hilferding’e ait. Cümlenin aslı “mali sermaye özgürlük değil, egemenlik ister” şeklinde. Sermayenin bütününe genellemekte herhangi bir sakınca olduğunu sanmıyorum.

Lenin’in kendi emperyalizm çözümlemesinde Hilferding’ten bolca yararlandığını ve bu tespitini de eserinin merkezine çaktığını biliyoruz. Sermaye birikiminin salt iktisadi değil, aynı zamanda siyasi bir süreç olduğunun, emperyalizm çağında sermaye ihracı yoluyla dünya piyasasının kuruluşu ve yeniden kuruluşunun, dünyanın siyasi olarak kuruluşu ve yeniden kuruluşu anlamına geldiğinin en duru biçimde ortaya konuluşunu Lenin’de buluyoruz. Temelinde sermayenin yayılmasının bir özgürlük sorunu değil, bir egemenlik sorunu olduğu tespiti var.

Günümüz Türkiye’sinden baktığımızda bu tespitin tersinden de doğru olduğunu görüyoruz. Sermayenin egemenlik alanı genişledikçe, halkın özgürlük alanı daralır ya da sermayenin egemenlik talebi emekçilerin özgürlüklerinin gaspından başka bir şey değildir. AKP Türkiye’sinde bu yalın gerçeği hatırlamak büyük önem taşıyor. Taşıyor da, yalnızca hatırlamak yetmiyor.

Önce AKP iktidarının salgıladığı ideolojinin yoğunluğuna dikkat çekmek durumundayız. Ne diyorlar? Örneğin Türkiye Kürtlerinin özgürleşmesi için Türkiye’nin Kuzey Irak’ı himaye etmesi gerektiğini söylüyorlar. Bu cümlelerle değil kuşkusuz, ama mealen bu. İş Irak’la ortak kabine toplantısı yapmaya kadar vardı. Üstelik sadece Irak’la da değil, Suriye ve gündemdeki diğer bölge ülkeleriyle de...

Neymiş? İcracı bakanlıklar, enerjiden sağlığa, eğitimden ticarete kadar “proje” bağlayacaklarmış. Kimin için bağlanıyor bu projeler? Cevabı herhalde açık.

Türkiye’nin bölgede “stratejik derinliğe” sahip bir politika izlemesi, CIA İstasyon Şefi Graham Fuller’in söyleyişiyle, ABD’nin de çıkarına olurmuş. Doğru ABD’nin bölgeyi istediği gibi şekillendirme planının bekçiliğini yapan bir Türkiye niye ABD’nin işine gelmesin?

Öyleyse iki yönden de, “stratejik derinlik” sahibi Türkiye’nin Kürtlerine özgürlük diye sunduğu, sermayenin egemenlik alanını genişletmekten başka nedir? Söz konusu olan hem emperyalist tekellerin hem de kuyruğundaki yerli taşeronların egemenliğini pekiştirmek, genişletmek.

Öte yakadan gelen seslerin buna hiçbir itirazı olmaması, bu cenahın Kürtlere özgürlük için TÜSİAD’la görüşmeyi gerek şart sayması, bu alandaki kapışmanın sol için ne denli hayati olduğunun bir işareti sayılmalı. Halkların özgürlüğü emperyalizmin taşeronu sermayenin nüfuz alanlarını genişletme arayışına meze edilmektedir. On beş bin yıllık tarihi çözdüğünü söyleyen zatın, Lenin’i geçtik, Hilferding’i bile çözememiş olması hazindir.

“Çok boyutlu ve karmaşık bir sorun söz konusu meseleye dahil olan her kesimle görüşülmesi yerindedir” denilebilir. İyi, görüşülsün. Ama hızını alamayıp, Nabucco boru hattı yapılırken ve Irak’taki olanaklar ortada dururken TÜSİAD’ın soruna ilgisiz kalamayacağını söyleyen DTP’li vekiller ne demeye çalışıyor? Düpedüz, sermayenin egemenlik alanını genişletmesi için Kürtlere muhtaç olduğu anlatılmaktadır. “Biz olmadan stratejik derinlik mi? Asla!” Argüman budur... Öyleyse konu “her kesimle görüşürüz” basitliğine indirgenemez.

Bu mecraya, sermayenin egemenlik alanını genişletmesi temelinde yürütülecek bir pazarlık sürecine girildiğinde AKP’nin rakipsizliği de baştan kabul edilmiş olur. Çünkü AKP zihniyeti basitçe hükümet değil, bizzat bir iktidar biçimi olduğunu her gün göstermektedir. Emperyalizmle ilişki kurma inisiyatifi de, Türkiye sermayesinin bölgeye hücumunu yönetme inisiyatifi de AKP’nin elindedir. Kolay değil memleketin artık, Kanal 7’nin deyişiyle, “Türkiye’nin CEO”su olan bir cumhurbaşkanı var. Ve örneğin AKP iktidarının oteller zinciri sahibi yaptığı İT’çi –inşaatçı ve de turizmci– Fettah Tamince’nin “tanıştığımızdan beri adamı haftada 3-4 kere rüyamda görüyorum” dediği bir başbakanla aşık atılıyor. Yönetiyor ve sermayenin rüyalarını süslüyorlar.

Hal buyken, “çözümü istemeyenler Erdoğan ve Gül’ün gitmesini isteyenlerdir” denilmesi, daha geçen gün katledilen iki DTP’linin ölümünün “çözümü istemeyenlerin provokasyonu” olarak nitelenmesi bütün bunlar trajedinin daha da büyüğü olmaktadır.

Öyleyse bir tarafın yaydığı, diğer tarafın teslim olduğu ve benimsediği ideoloji şu: Sermayenin egemenlik alanını genişletmesi halkların özgürlük alanını genişletir.

Doğrusu tam tersidir...

Dahası Kürt sorunu, bu palavranın yerleştirilmesine vesile olan başlıklardan yalnızca bir tanesidir. Liberaller, toplumun ahlakının ve aklının gericilik ve piyasacılıkla iğdiş edilmesini, adım adım faşizmin yerleşmesini özgürlüklerin genişlemesi olarak sunmak üzere yıllardır cansiperane uğraşıyor. Emekçilerin çalışma hakkı, eğitim hakkı, sağlık hakkı her geçen gün biraz daha gasp edilecek, kadınların toplumsal hayata katılımı gericilik tarafından her gün biraz daha kısıtlanacak, polis sokak ortasında istediği gibi adam öldürecek ve bütün bunlar olurken “askeri-bürokratik vesayet kalkıyor, özgürlükler alanı genişliyor” diye palavra sıkılacak...

Bu alanda her yönden gelen, çok yoğun bir saldırı var ve bu durum solun hızla kılıç atmasını gerekli kılıyor.

Peki, bu palavra nasıl etkisiz kılınacak, halkın aklının alınmasına karşı direnç nasıl örülecek? Gerici ideolojilerin böylesine yüklendiği bir alanda, özgürlük başlığında, sermaye egemenliğinin meşrulaştırılmasına titreklikten uzak bir tavırla kafa tutmak durumundayız. İlkemiz bellidir sermaye egemenliğini pekiştiren herşey emekçilerin özgürlüğüne karşıdır.

Bu ilkenin inandırıcılık ve tutarlılık yönünden bize kazandırdıklarının bilincinde olmak, cüretimizi daha da artırmalı. İrticaya ve Faşizme Karşı Özgürlük Bildirgesi bu cüretin bir ifadesidir.