Hayır, AKP’ye karşı toplumsal dirençten bahsetmeyeceğim. Bu defa direncin olumsuz bir biçiminden, mikropların antimikrobiyal ilaçlara direncinden söz edeceğim.
Antimikrobiyal ajanların en geniş grubunu antibiyotikler oluşturuyor. Virüsler, bakteriler, mantarlar, parazitler gibi organizmaların neden olduğu enfeksiyon hastalıklarının tedavisinde kullanılan ilaçların bütününeyse antimikrobiyal ajanlar deniyor.
Mikroplar bu ilaçlara karşı doğal olarak direnç geliştiriyorlar. Yani ne yaparsak yapalım, eninde sonunda direnç gelişecek. Ama dirençli suşların gelişme hızını kontrol etmek elimizde. Alınabilecek önlemlerin başındaysa hem insan sağlığına hem de hayvan ve çevre sağlığına yönelik kullanılan ajanların yanlış ve gereksiz kullanımını engellemek geliyor. Tabi bunun için sağlığa ilişkin, insanın içinde yaşadığı çevreyi de içeren bütüncül bir yaklaşımın benimsenmesi gerekiyor.
Direnç gelişimini geciktirmek açısından bir diğer önemli unsur da dirençli mikroorganizmaların daha yoğun olarak bulunduğu hastanelerde hijyenin sağlanması. Bu konuda alınabilecek en temel tedbirse, öncelikle hastaneye başvurma oranlarını düşürmeye yönelik politikaların benimsenmesi.
Antimikrobiyal ilaçlar gereksiz yere ve yanlış biçimlerde kullanıldıkça, hastanelerde yeterli hijyen koşullarının sağlanmasına olanak veren bir ortam oluşturulamazsa vs. mikropların bu ilaçlara direnç geliştirme hızı da o kadar artıyor. Örneğin grip olan veya soğuk algınlığı geçiren bir kişiye antibiyotik vermek ya da besi hayvanlarına, erişkinlik çağına daha hızlı ulaşmaları için büyümeyi hızlandırıcı ajanlar pompalamak, sağlık sistemini öncelikle hastanelere endekslemek dirençli mikropların neden olduğu hastalıkları ve ölümleri artırıyor.
Etkili antimikrobiyal ilaçların olmaması, eldekilerin giderek işlevini yitirmesi, yalnızca bu ilaçların artık etki etmediği mikroorganizmaların neden olduğu hastalık ve ölümleri artırmakla kalmıyor, kanser tedavisinden organ nakline, diyabet (şeker hastalığı) yönetiminden sezaryenle doğum ya da kalça protezi ameliyatı gibi sık gerçekleştirilen majör cerrahi operasyonlara kadar birçok tıbbi işlemin riskini de misliyle artırıyor. Elbette dirençli suşların yaygınlaşması hastanede kalma sürelerinin uzamasına, daha fazla sayıda laboratuvar tetkiki yapılmasına ve daha pahalı ilaçlar kullanılmasına neden olarak sağlık harcamalarının artmasına da yol açıyor.
G7 tarafından 2015’te hazırlanan bir rapora göre yalnızca Avrupa ve Kuzey Amerika’da antibiyotiğe dirençli bakteriler nedeniyle yılda ortalama 500 bin ölüm gerçekleşiyor. Antimikrobiyal ilaçlara dirençli mikroorganizmalarla enfekte olan kişilerin bu enfeksiyon nedeniyle ölme veya ek komplikasyonlara maruz kalma riski diğer insanlara göre 2-3 kat fazla.
2014’te İngiltere’de yapılan bir çalışmaya göre, mevcut oranlarla devam edildiği takdirde 2050 yılında dünya çapında yılda 10 milyon kişi antimikrobiyal ilaçlara dirençli suşlara bağlı enfeksiyonlar nedeniyle ölecek. Bugün dünyada kansere bağlı ölümler yıllık 8 milyon 200 bin kişi civarında.
Yine G7’nin raporuna göre, mevcut oranlarla devam edildiği takdirde antimikrobiyal ilaçlara dirençli suşların neden olduğu hastalıkların 2050 yılında OECD ülkelerinde yaratacağı ek sağlık maliyeti 2,9 trilyon dolara ulaşacak.
Dahası G7’nin aynı raporunda “yeni antibiyotik geliştirilmesine yönelik araştırma ve geliştirme çalışmalarının kuruduğu” ifade ediliyor. G20 tarafından 2017’de yayımlanan bir rapordaysa şunları okuyoruz: “Yeni antimikrobiyal tedavilere yönelik araştırma ve geliştirme (Ar-Ge) akışı, bilimsel zorluklar, yüksek belirsizlik ve düşük getiriler gibi nedenlerin [ilaç sanayisinin] bu tür ürünlere yatırım yapmasını daha az cazip kılması nedeniyle kurumaktadır. (…) Antimikrobiyallere ilişkin piyasa aksaklıklarını düzeltmek üzere çeşitli çağrılar yapılmış olsa da şu ana kadar bunların yalnızca küçük bir kısmı uygulamaya konulabilmiştir. Mevcut Ar-Ge finansmanının yalnızca küçük bir bölümü teşhis ve aşı geliştirme çalışmalarını hedeflemektedir.”
Bütün bunların AKP’yle ne alakası var?
Ortada kapitalizmin insanlığı, çevreyi ve sağlığı getirdiği konumla ilgili bir sorun olduğu açık. Bu düzende insan sağlığını çevreyle, hayvan sağlığıyla, gıda güvenliğiyle vs. bir bütün olarak ele alan, tedavi etmeyi değil, öncelikle sağlığı korumayı hedefleyen bir yapı kurulamıyor. En fazla böyle bir yapının oluşturulmasına yönelik niyet beyanında bulunabiliyorlar, ama iş uygulamaya gelince tekellerin kâr hırsı her şeyin üstüne çıkıyor.
Antimikrobiyallere dirençli mikroorganizmaların artması bir sistem sorunu, doğru. AKP ise Türkiye’yi koşar adımlarla bu felakete sürüklüyor. OECD’nin Kasım 2018’de yayımladığı bir rapora göre 2016 yılında dünyada kişi başına düşen antibiyotik kullanımının en fazla olduğu OECD ülkesi, 1000 kişi-gün başına 40,6 tanımlanmış günlük dozla (DDD) Türkiye. En yakın takipçimiz 34,8 DDD ile komşumuz Yunanistan, ama 12 yılda onlarla da aradaki farkı açmışız. 2005’ten 2016’ya antibiyotik kullanımı Türkiye’de yüzde 13,7, Yunanistan’da yüzde 4,6 artmış.
Kuşkusuz bu ürkütücü tablonun birden fazla belirleyeni var. Sağlık, hayvancılık, gıda ve çevre politikaları, hatta altyapı ve kentleşme politikaları bu durumla ilişkilendirilebilir. Öte yandan AKP döneminde izlenen sağlık politikalarının ekonomi politiğiyle bu tablo arasındaki ilişkiye biraz daha ayrıntılı bakmak, Türkiye’de insan sağlığını tehdit eden bu durumun nasıl bu hale geldiğini anlamak açısından faydalı olur.
Türkiye, 2017 yılında 388,60 dolarlık kişi başına düşen sağlık harcamasıyla 36 OECD ülkesi arasında 35. sıradaydı. 2018’de dolar kurunda gerçekleşen artış düşünüldüğünde bu rakamın 321 dolar civarına gerileyeceği tahmin edilebilir. Kişi başına düşen sağlık harcamalarının düşük olması kendi başına olumsuz bir gösterge olmayabilir, ancak 2001’den bu yana kamunun yaptığı sağlık harcamalarında teşhis, tedavi ve ilaç harcamaları kaleminin hiçbir zaman yüzde 75’in altına inmediği düşünülürse bu verinin olumlu bir anlam taşımadığı da ortaya çıkar.
AKP’nin son yıllarda sağlık alanında açtığı ana başlık olan şehir hastaneleri, söz konusu eğilimin hızlanarak süreceğini ifade ediyor. Yani bir yandan insanlar daha fazla hastaneye, daha fazla ilaca yönlendirilecek, diğer yandan bu konuda kamudan aldıkları destek azalmaya devam edecek.
Dahası 2021 sonuna kadar açılacağı ilan edilen 21 şehir hastanesinin ortalama yatak sayısı 1467. Yalnızca bu yıl Ankara’da açılacak iki şehir hastanesinin (Bilkent ve Etlik) yatak sayıları sırasıyla 3704 ve 3577. Başka bir ifadeyle insanlar çok daha büyük hastanelere gitmek durumunda kalacak.
Bu denli büyük hastaneler demek, başka sakıncalarının yanı sıra, daha fazla hastane enfeksiyonu, yani daha çok dirençli mikroorganizma maruziyeti demek. Bunu görmek için sağlıkçı olmaya gerek yok; günlük olarak giren çıkan insan sayısı, yatan hasta sayısı, sağlık personeli sayısı vs. arttıkça dirençli mikroorganizmaların yayılma riski de artıyor.
Bu tabloya basit bir ek daha yapalım. Şehir hastaneleri, sağlık hizmetlerinde zaten gayet yüksek olan hastanelerin ağırlığını daha da artıracak dedik. Bu da sağlık çalışanlarının halihazırda çok ağır olan iş yükünün daha da artması anlamına geliyor.
Basit hesap şu: bir hekimin veya hemşirenin bir günde 100 hastaya baktığını düşünelim (bu Türkiye’deki sağlık çalışanlarının durumu açısından abartılı bir örnek sayılmaz). Dünya Sağlık Örgütü’nün hastane hijyeni açısından önemine işaret ettiği el yıkama kılavuzuna göre bir sağlık çalışanının, en azından hastaya bakmadan ve baktıktan sonra iki kez elini yıkaması gerekiyor. Yeterli hijyeni sağlamak için ellerin su ve sabunla 40-60 saniye, alkol bazlı el antiseptikleriyle 20-30 saniye boyunca yıkanması gerekiyor. Sağlık çalışanının her 5 hastada bir ellerini su ve sabunla, kalanlarında antiseptikle yıkadığını varsayarsak, el hijyenini sağlamak için günde asgari 1 saat 20 dakikasını ellerini yıkamakla geçirmesi gerekiyor.
Özetle sağlık çalışanlarını ve halkı hastanelere gömen bu sistem, mikropların direncini artırıyor.