Kaderi Bir Kararla Belirlenen Ülkeler Coğrafyası

Yüksek Seçim Kurulu tarafından alınan veto kararının yarattığı çalkantının nereye bağlanmak istediğini yaşayarak görüyoruz. Hükümet olduğu günden itibaren sistematik olarak yargıya dönük müdahale eden ve bu müdahaleleri “vesayetçilikten kurtuluş” söylemiyle meşrulaştırmak için her aracı kullanan AKP, bu konudaki sorumluluğunu tamamen inkar eden bir konum aldı. Veto kararının “hukuken” doğru, siyaseten yanlış ilan edilmesi de tam olarak buraya oturuyor. Buradan hukuku da “siyasi doğru”nun eksenine çekmek gerekir sonucu çıkar. Başka bir ifadeyle siyaseti AKP’nin anayasa tartışmasıyla açtığı kanalda tutmak ve yeni rejimin hukukunu bu mecrada yaratmak derdindeler.

O halde AKP veto skandalından her durumda kazançlı çıkacağını bilerek düğmeye basmıştır. Skandal “eski rejime” ve hukukuna atfedilecek, buradan AKP’ye ve onun tarif ettiği “siyasi doğrulara” göre çerçevelendirilen yeni rejime meşruiyet kazandırılacak. Hesap bu…

Bu hesabın başka bir boyutu gözden kaçmamalıdır. Dört gün boyunca devam eden kanlı olaylar Türkiye’nin “bir kararlık” canı kaldığını göstermiştir. Buradan da AKP’nin hiçbir zaman ihmal etmediği kendisini emperyalizm ve sermaye sınıfı nezdinde vazgeçilmez kılma faaliyetine dair bir sonuç çıkmaktadır. İktidar partisi, özet olarak, bu vesileyle bir kez daha “benim meşruiyetim zedelenirse gerisi tufan” mesajı vermiştir. Bu açıdan dört gün boyunca yaşananların, örneğin Diyarbakır’da gözaltına alınanların AKP binasına götürüldüğü iddialarının da iktidar partisini rahatsız ettiğini hiç sanmıyorum.

AKP’nin ve yeni rejimin meşruiyeti, Türkiye’nin bir kararla dağıtılabilir ülke durumuna gelişidir. Zira iktidar partisinin, bağlı olduğu güçler nezdinde edindiği gücün önemli kaynaklarından bir tanesi burada bulunmaktadır. AKP geleceği pamuk ipliğine bağlı bir ülkede egemenleri pamuk ipliğinin kendisi olduğuna ikna etmiştir.

Bunca güç söylemini, bölgesel iddiaları, yeni Osmanlıcılığı nereye koyacağız? Hepsi palavra mı?

Önemli bir kısmı, evet, ideolojiktir. Ancak ideolojik olması bir gerçekliğe sahip olmadığı anlamına gelmez. “Kaderi bir karara bağlı” ülkenin vazgeçilmez olma iddiasındaki iktidarının bu ideolojisi yayılmak, başka örnekler yaratmak zorunda. Bu açıdan güç ve büyüklük söyleminin, yeni Osmanlıcılığın, bir gerçekliği bulunuyor.

Ne kastettiğimi açmak üzere ABD dış politikası üzerinde etkili olduğu bilinen bir köşe yazarının Ortadoğu’daki gelişmelere dair uzunca bir makalesinden bir aktarım yapmak zorundayım.

“Bütün bunlar yaşanacak gelişmelerin Amerikan bakış açısından ille de zararsız olacağı anlamına gelmez. Ancak Araplar artık pasiflik ve mağduriyet kültürü yerine aktivizm ve kendi kaderini tayin kültürünü benimsiyorlar. (…) Öncelikle, Mısır, Tunus ve diğer yerlerdeki demokratik devrimlerin başarısı kesin olarak ABD’nin çıkarınadır. (…) Bu, Batı yardımı açısından bir ‘kullan ya da kaybet’ durumudur. Birleşik Devletlerin amaçlarına ulaşmasının en iyi yolu tedbirli bir biçimde hareket etmesi, müttefiklerle çalışmasıdır. (…) İkinci olarak, zamanında yardım etsek bile Mısır ve diğer yerlerdeki demokratik devrimlerin başarıya ulaşacağından emin olamayız. Devrimlerin, tarihteki diğer devrimler gibi, aşağı doğru bir seyir izlemesi tamamıyla mümkündür. Bu siyasi uyanış –dünyaya bu muhteşem açılış– İran’da Temmuz 2009 seçimlerinden sonra olduğu gibi, özgürlüğü ve demokratik eylemi kısıtlayan bir karşı tepki doğurabilir.”

Bu değerlendirmeler ABD dış politikası açısından önemli bir yayında, Foreign Policy’de, David Ignatius tarafından kaleme alındı. Ignatius’un sözlerinde üzerinde düşünülmesi gereken husus, bölgenin İslamcı güçlerini kullanmaya karar veren ABD’nin daha önce Afganistan örneğinde görüldüğü gibi önemli bir risk de almış olmasına yaptığı vurgudur. Ignatius’un böyle bir vurgu yapmasını sadece Yahudi lobisine yakınlığıyla açıklamak doğru olmaz. Bunun ötesine geçen bir risk değerlendirmesiyle ve buna bağlı bir taktikler kümesiyle karşı karşıyayız.

Önce emperyalizm açısından “risk”i biraz daha ayrıntılı tanımlayalım.

Birincisi dinsel/mezhepsel ve etnik bölünmeler çok uzun süren iç savaşlara neden olabilir. Mısır’da daha şimdiden Kıptilere, Nazarenlere karşı saldırıların yoğunlaştığı haberleri geliyor. Suriye’de nüfusun yalnızca yüze 6’sını oluşturan, ama uzun süredir iktidarda bulunan Alevilerin olası bir rejim değişikliğinden sonra başına ne gelir, tahmin etmek zor değil. Buradaki risk, işlerin Irak’ta olduğu gibi kontrolden çıkması, İslamcı güçlerin ABD çıkarları doğrultusunda “kurucu” değil, intikamcı bir rotaya savrulmasıdır.

İkincisi yaratılan ortam ABD’yle savaş halindeki İslamcı güçlerin de güç biriktirmesine olanak tanımaktadır. Örnek olarak El Kaide’nin Arap Yarımadası örgütü tarafından İngilizce yayınlanan Inspire dergisinin son sayısında bölgedeki gelişmeleri değerlendiren, örgütün bölge komutanı olduğu iddia edilen Enver el Aulaki’nin yazdıklarını aktarabiliriz:

“Peter Bergen (CNN’in ulusal güvenlik analisti – A.B.), El Kaide’nin olayları hem keyifle hem de umutsuzlukla izlediğine inanıyor. Keyifle, evet ama umutsuzlukla değil. Dünyanın her yanındaki mücahitler kıvanç içindeler Batı’nın Mısır’da, Tunus’ta, Libya’da, Yemen’de, Arabistan’da, Cezayir’de ve Fas’ta mücahitlerin yükselişinin farkında olup olmadığını merak ediyorum. (…) Bölgedeki yeni gelişmelerle birlikte ancak bütün dünyadaki mücahitlere büyük fırsat kapılarının açılması umulabilir.”

El Kaide’nin de bölgedeki gelişmelerin kendisine büyük bir “fırsat kapısı” açtığını düşünmek için haklı nedenleri var.

Neden İslamcı hareketin bu tür seksiyonları gelişmeleri bir fırsat olarak görüyor?

Nedenini Yahudi lobisine yakın bir analist, Soner Çağaptay, Batı basınının“modeli” üzerinden anlatıyor:

“AKP son birkaç yıldır dini, ülkenin siyasi yapısının ahlaki pusulası haline getirerek Türk toplumunu dönüştürdü. Bu, AKP’nin Türkiye’yi bir teokrasiye dönüştürmek istediği anlamına gelmiyor. Ancak sorun, dar anlamda inanç bir kez siyasetin kılavuz ilkesi haline getirildiğinde ideolojik saflık iddiasındaki fundamentalistlerin siyaseten daha rekabetçi hale gelmeleridir. Fundamentalistlerin dine dayalı kural ve değerlerin daha da sıkı bir biçimde uygulanması yönündeki talepleri bir ideolojik saflık yarışını tetiklemekte ve Türk toplumunu radikalleşme riskine doğru ittirmektedir.”

Böyle bir risk tanımının, örneğin Gülen cemaatinin “radikalleşmeye karşı sübap biziz” argümanında da karşımıza çıktığını biliyoruz.

Ignatius’un analizine geri dönersek, buradan iki taktik çıkartılması gerektiğinin ima edildiğini görüyoruz: Birincisi kullanılan İslamcı güçlerin mümkün olan en üst düzeyde ABD tarafından asimile edilmesi ikincisi, kontrolün yitirildiği bir tablonun ortaya çıkması halinde bile ABD’nin “yaratıcı istikrarsızlık” doktrinini uygulayabilecek araçlara sahip olması gerekliliği. Bu iki taktiği bir başka şekilde ifade etmek de mümkün: Bölgeyi pamuk ipliğine bağlı bir ülkeler kuşağı haline getirmek, bu incecik ipliği tutan, meşruiyetini buradan türeten güvenilir “müttefikler” yaratmak ve güvenilir müttefiklerin konumlarını emperyalizme paryalık etmeye borçlu oldukları “bilincine” kavuşturmak.

AKP Türkiye’si işte tam olarak bunun modelidir. ABD’nin bu modelin yayılmasına, bölgeselleşmesine ve kendisi için başka güvenilir aktörler yaratmasına ihtiyacı var. Bu ihtiyacın öteki yüzü, bütün bölgenin bir sıkımlık canı olan bir ülkeler toplamına dönüştürülmesidir.