Danışıklı dövüş

“Genelkurmay’dan tatmin edici bir açıklama yapmasını bekliyorum. Vatan sağ olsun açıklamaları şehit yakınlarını tatmin etmiyor.” Bunlar Meclis Başkanı Mehmet Ali Şahin’in Şemdinli saldırısı üzerine sarf ettiği sözler.

Bu sözlerin daha yüksek sesle ve daha açık bir şekilde dile getirilen versiyonlarına İslamcı basında rastlıyoruz. Çatışmada yaşamını yitiren askerlerden Mutlu Saylan’ın babasının “oğlum daha silahın ne olduğunu bilmiyordu. 15 günlük asker nasıl hududa gidecek?” sözleri cemaatin ana yayın organında “Başbuğ’un profesyonel ordu sözü havada kaldı” manşetiyle veriliyordu örneğin. Özeti şu: TSK zafiyet içinde…

“Yeni ordu”yu ya da savaşı yürütmesini tasarladıkları mekanizma her neyse onu çağırıyorlar. Buna birinci tez diyebiliriz.

Kuşkusuz bu yeni bir tez değil. Kamuoyunda esas “yükselişini” Aktütün saldırısıyla ilgili Taraf gazetesi tefrikalarında görmüştük. İlginç olan nokta ise aynı Taraf’ın “Kemalist devlet-AKP-PKK” üçgeninde artık barışın olanaksız olduğunu söylemeye başlamış olması. Pozisyon alıyor, “gemi ya batarsa” ihtimaline karşılık filikaları hazırlıyorlar. Bunu bir kenara not edelim.

Şemdinli saldırısı sonrasında İslamcı basının öne sürdüğü ikinci tez ise şu: İlhan Cihaner ve Çetin Doğan’ın serbest bırakılması, Ergenekon davasına bakan 9 hakime verilen tazminat cezası vesaire, yüksek yargıda iktidarın adımlarına meydan okuyan yeni bir yükselişe işaret ediyor. Mümtazer Türköne bu meydan okuma ile Kürt savaşındaki tırmanmayı şu cümlelerle başladığı yazıda birbirine bağlıyor: “Dün Şemdinli'de şehit olan 11 askerin hesabını neden Yargı'dan sormuyoruz? Terörist silahını kalem gibi kullanıp bize kanlı mesajlar yazıyor. Yargıç ise kalemini silah gibi kullanıyor, adaleti alt-üst ediyor.”

O halde tez şudur: Yüksek yargının son hamleleri ülkede bir yönetim zafiyeti olduğu görüşünü kuvvetlendirmiş, bu karşı atak “demokratikleşme” çabalarını boşa çıkarmak üzere öteki cephede topyekun bir çabaya kalkışıldığına işaret etmiştir. PKK de ortaya çıkan zafiyete sızmakta, rol kapmaya çalışmaktadır.

Bu tek başına alındığında, hiç değilse 2007 güzünden beri gevelenen “Kürt meselesini AKP çözer” tekerlemesinden başka bir şey değildir. Ama tekerleme şimdi başka koşullarda ve başka önemli eklerle tekrar ediliyor.

Bu da AKP’nin ve İslamcı basının üçüncü tezidir: “PKK taşerondur bu olayın arkasında ‘dış güçler’ vardır.”

Erdoğan’ın konuşmasında bu var Cemil Çiçek’in demeçlerinde bu var Yeni Şafak’ın dünkü manşetinde, Heronlar PKK’li grubu tespit etti, ABD “teröristler değil, kaçakçılar diyerek yanlış istihbarat verdi” haberlerinde bu var…

Bunda da yeni bir şey yok diyebilir, “bu zaten Türk milliyetçiliğinin otuz yıllık tezidir” diyebiliriz. Hatta bunun TSK’nın ana argümanlarından bir tanesi olageldiği de anımsatılabilir, doğrudur.

Ama ortaya ilginç bir asimetri çıktığı gözden kaçmamalıdır: TSK, İskenderun’daki deniz üssüne yapılan saldırı sonrasında açıkça “dış güç” iddialarını yalanladı daha sonra da “bu, dış güçlerin desteğiyle oluyor” yollu bir açıklama yapmadı. Türkiye’ye yeni bir dış politika “vizyonu” kazandırdığını, “komşularla sıfır sorun” politikasını başarıyla yürüttüğünü iddia eden AKP ise şimdi bu teze sarılıyor. Bir kez daha Taraf’gillerin “dış mihrak” başlığında da pek ses çıkarmadıklarını görüyor olmamızı not düşelim.

AKP ve İslamcı basının bu üç tezinden ne sonuç çıkarmalıyız?

Bu defa sondan başa doğru gidelim. Cemil Çiçek, “amaç Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak, huzuru bozmak ve belli siyasi hedefler elde etmek” diyor. Bu cümle “PKK taşerondur” argümanı çerçevesinde kurulmakta ve “istikrarsızlaştırıcı” öznenin kim olduğu sorusu müphem bırakılmaktadır.

“Dış mihraklar” argümanına sarılan bir AKP’nin hızla bir sona yaklaşmakta olduğunu söylemek abartı olmaz. ABD’yle işbirliğinin istikrarsızlaşma anlamına geldiğini yüksek sesle söylemeyi bırakın, ima dahi eden bir AKP’nin iktidarda kalması düşünülemez.

İntihar mı ediyorlar? Elbette hayır... Ama ayaklarının altındaki zemini destekleyen payandaların sarsıldığını seziyorlar. Bu sezgi bir yandan Vaşington’a heyet yollamayı, diğer yandan “bizim de kozlarımız var” salvolarını beraberinde getiriyor.

Giden heyetler Vaşington’a kendi “akıllı tasarımı”nı anlatıyor: Kuzey Irak’ın dünyaya çıkışını sağlamak, ABD ordusunun Irak’tan çıkışını mümkün kılmak için Türkiye’nin himayesine ihtiyaç var bunun için de Türkiye’nin Kürt meselesini ülkeyi İslamcılaştıran AKP’nin “çözeceği” tezine ABD’nin desteği gerekli. İstihbarat paylaşımı, boru hatları ve taşeronluk/ticaret ağlarıyla semiren AKP sermayesi bu işin payandaları… “Müslüman Türkiye” Irak’ın ve Ortadoğu’nun geri kalanında da Amerikancılığın pazarlamacılığını yaparak tutunur. Modelleri bu…

Ama bu modelin bir “değil”i hep vardı diyemesek de, süreç içersinde şekillendi. Kuzey Irak’taki yönetimin soluk borusunu İsrail açar ve bunun için Türkiye’ye “trakeostomi” gerçekleştirilir. Bölge uzun süre daha kaos içinde yaşar, ama sonuçta emperyalizmin eline güvenilir protektoralar geçer.

İkinci tez, “demokratikleşme açılımları”na karşı saldırı başlatıldığı tezi, cemaatin AKP’ye sahip çıkma hamlesi midir, yoksa cemaatin kendini kurtarma girişimi mi sorusu çerçevesinde düşünülmeli. Bildiğimiz, Amerikan pragmatizminin rahle-i tedrisatından geçme cemaat tosuncuklarının derslerine iyi çalıştıkları ve sapına kadar pragmatik olduklarıdır. Tasfiyeye izin verdiklerini söylemek için henüz erken, şimdilik mevzilerini savunmakla meşguller. Ancak savunmayı olabildiğince AKP’nin savunulması nosyonunda bağımsızlaştırarak ve kadroya değil, misyona işaret ederek gerçekleştiriyorlar. Hep söylediğimizi yinelemek durumundayız: Mühim olan iktidardaki ismin ne olduğu değil, iktidardaki misyonun ne olduğudur. Pensilvanya imamının dünya görüşü de bu değil mi? Pragmatizm gerektiğinde gemiyi tahliye etmek üzere filikaları hazırlamayı gerekli kılıyor. Ancak mevzilerini kollamazlarsa filikaları da su alır. Taraf’gillerle beraber canhıraş çalışıyorlar: Önce iktidar, sonra AKP…

Birinci teze gelince… Bu ikincinin mantıksal uzantısıdır: Mevzileri savunmak, onları ilerletmekle mümkündür. Ya da o pek eski stratejinin diliyle söylersek, en iyi savunma saldırıdır. “Yeni ordu” için ve onun bir eklentisi olan, ağır silahlarla donanmış, kadrosu şiştikçe şişen, koca kulaklı polisin bölgede bir savaş gücü haline gelmesi için uğraşıyorlar. “Kürt meselesini AKP çözer” tezine şimdilik sadıklar, ama filikalar “Kürt meselesini cemaat çözer”e geçiş için hazırlanmaktadır. Bu hazırlık olmazsa, maazallah, Hizbul-kontra yeniden misyon sahibi oluverir. Bu çeşit pragmatizmin Siyonizme makul görünmesi yabana atılmaması gereken bir olasılıktır.

Resmin bütününden çıkan bir nokta da şu: Evet, “AKP için yolun sonu” tespiti için henüz erken ve evet, AKP’nin kritik başlıklarda emperyalizmin desteğini arkasına almak konusundaki kıvraklığı bir vakıa… Bu zevatta oyun çok, ama olup biteni “danışıklı dövüş” şeklinde açıklayacak kadar da değil…