Ataerkil “istikrar adası”

Birkaç hafta önce Delhi doğumlu ünlü tarihçi Feroz Ahmad’ın Nâzım Hikmet Akademisi dönem açılışı vesilesiyle verdiği semineri dinleme şansına eriştim. Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’ne kopuş ve süreklilik dinamiklerini ele alan Profesör Ahmad, analizini ataerkillik-modernlik ayrımı üzerine kuruyor, modernleşme ile modernlik arasındaki farklılığa dikkat çekiyordu. Profesör Ahmad’ın ataerkillik ve modernlik kavramlarına getirdiği ayrıntılı tanımı merak edenlerin bu değerli akademisyenin kitaplarına bakmasını önererek, modernleşme ile modernlik ayrımını anlatmak üzere yaptığı bazı vurguları aktarmama izin verin. Örneğin Katar ya da Birleşik Arap Emirlikleri modernleşmiş olan, ancak ataerkil bir ülkedir diyordu Feroz Ahmad devasa havaalanları, oteller, dünyada eşi olmayan yapılar ve bunların yanı sıra emirlikle, krallıkla yönetilen, gelenek ve dinsellik tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler… Ahmad, Türkiye’nin içinden geçtiği rejim değişikliği (bu kavramı kullanmasa da) sürecini de modernleşmenin kazanımlarının yitirilmesi ve ataerkilliğe geri dönüş eğiliminin güç kazanması olarak tanımlamaktaydı.

Profesör Ahmad’ın kullandığı analitik çerçeve ve kavram kümesi başka bir düzlemde tartışılabilir, ancak çizdiği çerçevenin bir betimleme gücüne sahip olduğu sanıyorum yadsınamaz.

Arap dünyasında yaşanmakta olan gelişmelere dair kanımca şu soruya adamakıllı bir cevap verilmeden tek bir doğru değerlendirme yapılamaz: Mesele diktatöryel rejimlere artık yeter diyen halkın tepkisinin patlamasından, medya diliyle patlayan tepkilerin yarattığı “domino etkisi”nden ibaretse, domino taşları neden hiç Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Kuveyt, Katar, vb.ne doğru çökmüyor?

Kanımca bu sorunun ima ettiği çerçeveyi, yani emperyalizmin büyük bir hamle başlatmış olduğu tespitinin arka planını sevgili Kemal Okuyan burada yazdığı son iki makalede doyurucu bir biçimde çizmiş bulunuyor. Olayların gelmiş olduğu evreye dair başka yorumcuların yazdıklarından da Kemal Okuyan’ın değerlendirmelerinde yalnız olmadığını görüyoruz. Örneğin etkili ve akıl açan yayınlarıyla bilinen Global Research sitesinde Vaşington’un Libya’da iç savaş kışkırtıcılığı yaparak bir ABD-NATO müdahalesine zemin hazırladığını anlatan Mahdi Darius Nazemroaya şu saptamayı yapıyor: “İsyan ateşi Libya’ya doğru körükleniyor. Arap dünyasındaki kaos Vaşington, Tel Aviv, Londra ve NATO Karargahı’nda bulunan pek çok stratejik çevre tarafından faydalı görülüyor. Eğer Libya bir iç savaşa sürüklenir ya da balkanlaşırsa, bu durum uzun vadede ABD ve AB’nin yararına olacak ve önemli jeostratejik sonuçlar doğuracak. Kuzey Afrika’da bulunan bütün komşu ülkeler Libya’daki gelişmeler sonucunda istikrarsızlaştırılmış olacak. Batı ve Orta Afrika da istikrarsızlaştırılacak. Libya’dan Çad’a uzanan kabile sınırları Nijer, Cezayir ve Sudan gibi ülkelere de erişiyor. Libya’daki kaos Avrupa ve küresel enerji üzerinde de önemli bir etkiye sahip olacak. Libya’daki olaylar daha şimdiden Kuzey Kutup Dairesi’nin ve oradaki enerji kaynaklarının denetimine yönelik arayışları meşrulaştırmak için kullanılmaya başlandı.”

Kanımca bu değerlendirme mevcut tabloyu yapılandırılmış bir kaos olarak nitelemesi, “istikrarsızlaştırıcı müdahale”yi merkeze alarak düşünmesi nedeniyle kıymetlidir. Bu zeminde ilerleyebilir ve “neden taşlar hep emperyalizmin ihtiyaç duyduğu yöne doğru devriliyor?” sorusunu, bölgede bir adım sonra neler olabileceği tartışması ekseninde yanıtlamaya çalışabiliriz.

24 Şubat’ta New York Times gazetesinde Mark Landler ve Helene Cooper imzasıyla yayımlanan “ABD Yeni Ortadoğu’da Kazananları Devşirmeye Çalışıyor” başlıklı makalede, ABD’nin bir dizi diplomatik kadrosunun bu soruya verdiği ortak yanıt aktarılmaktaydı. Örneğin Bush yönetiminin Ortadoğu danışmanlarından olan ve Obama’yı sıkça eleştirmesiyle bilinen Elliot Abrams’ın sözleri şöyle: “Ürdün ve Bahreyn’e yönelik yaklaşım doğru yaklaşımdır bu ülkeler doğru yönde ilerlemektedir, ama bu yeterli değildir.” Bu kez Obama’dan memnun görünüyor ve ekliyor: “Anayasal monarşi demokrasinin bir biçimidir.”

Devamı var… ABD’nin eski Suriye Büyükelçisi Ted Kattouf, “Katar, BAE ve Kuveyt gibi zengin ülkelerin büyük avantajları var. Pek çok açıdan monarşiler cumhuriyetlerden daha fazla meşruiyete sahipler” diyor. Brookings Institution’ın Ortadoğu uzmanlarından Kennet M. Pollack da, “Monarşilerin avantajı, kraliyet ailelerinin bir düzeyde kargaşanın dışında durabilmesi. Monarşi, kendi yerlerinden olmadan hükümetleri görevden almalarına müsaade ediyor” şeklinde konuşuyor. Bu sözlerden hareketle yazarların yaptığı vurgu da şu: “Kralların iktidara tutunma modeli, (ABD) yönetim(in)in krize tepkisini etkiliyor: Birleşik Devletler son günlerde hükümdârlara –en tıkanmış hükümetlere sahip olanlara bile– güven ve tavsiye vermek üzere üst düzey diplomatların bölgeye yolladı. Ancak ABD yönetimi iktidarı elinde tutma mücadelesi veren otokratik başkanlarla mesafesini koruyor.”

Son cümlenin ne kadar doğru olduğu tartışılır, ancak vurgunun ilk kısmının doğruluğu tartışma götürmez. Gerici, ataerkil, ama alabildiğine piyasacı ve Amerikancı rejimlerin kaosun orta yerindeki “istikrar adaları” olarak korunmasının ABD’nin politik önceliklerinden bir tanesi olduğunun altını çizmek durumundayız. Profesör Ahmad’ın değişiyle ataerkil, İsrailli gazeteci Zvi Bar’el’in –bir başka örnek için kullandığı– terimle “istikrar adası” olan bu rejimlerin monarşik olması ortak özellikleri. Öyleyse ataerkil “istikrar adaları”, kaos ortamında duvara toslandığında kendini kurtarabilme yeteneğine sahip iktidarları anlatıyor. Anayasal monarşi bunun için uygun biçim…

Şimdi İsrailli gazeteci Zvi Bar’el’in Ha’aretz gazetesinde verdiği “istikrar adası” örneğine gelebiliriz. Terimi Türkiye için kullanıyor. Bar’el, “Diplomatik açıdan bir çorak arazinin ortasında yüzlerce Libyalı gömülürken, Mısır devriminin nereye döneceği belli olmazken, Tunus unutulmuşken ve Yemen’le ilgili haberler gazetelerin ancak iç sayfalarında yer bulmaktayken bir istikrar adası öne çıkıyor: Türkiye” şeklinde başlıyor makalesine… Son cümleleri ise, “Türkiye henüz kaybedilmiş değil. Açılmış yaka yeniden iliklenebilir ve onunla yeniden dostluk kurulabilir. Bu bir özür ve tazminat ödenmesini gerektirecek. Hatamızı ve ahmaklığımızı kabul etmek zorunda kalacağız, ama en azından stratejik bir ortak bizimle olmaya devam edecek.” “Açılmış yaka yeniden iliklenebilir” diye çevirdiğimiz ifadenin orijinali “it can stil be buttonholed” bunu “Türkiye yakaya tekrar iliştirilebilir” şeklinde çevirmek de mümkün…

Obama’nın 2008 tarihli Kahire nutkunun verdiği mesajlardan bir tanesi de bu değil miydi? Daha sonra Obama’nın İsrail yönetimi tarafından neredeyse ikinci Kennedy olarak görülmesine neden olan sürtüşmenin arka planında yatan bu tür bir ittifak mantığı değil miydi? Şimdi post-Obama döneme hazırlanan ABD bu adımları Kuzey Afrika’dan başlayarak atıyor. Bu stratejinin bir kolu İsrail’in bölgesel ittifaklarının yenilenmesine zemin sağlamaksa, diğer kısmı “istikrar adaları”nın yukarıda anlatılan monarşik mantıkla dönüştürülmesidir. Üstelik bu kez İsrail’in içiyle uğraşma zorunluluğu da hafiflemiş görünmektedir. Türkiye’nin dönüşümü ise son rötuşların yapılmasını beklemektedir.

Emperyalizm tarafından “bize bırakılan”, bu ataerkil istikrar abidesinin sultanını beklemek oluyor. Boyun eğersek…