Kapitalizmin kentleri: Şıp geçti

Kapitalizmin kentlerinin rant, para, talan, birikim, sınıfsal çıkar ve ücretli emeğin depolama kentleri, emeğin arz talep pazarları olduğu, yıkılıp yapılma döngüsü içinde kriz aşıcı rol üstlendiği, imar aflarını ve uzlaşmaları her daim elde tuttuğu, kamusal alanlara el koyma kolaylığını taşıdığı bilinmez değil. Uluslararası sermayenin ulus devlet hukukunu tali bırakmak için kentleri pazar yaptığı da bilinmez değil.

Kapitalizmin kentlerinin sınıflı toplumun aynası olduğu da bilinmez değil. Öyle bir ayna ki bakar bakmaz gösterir gerçeği; sömürenlerin nasıl yaşadıklarını, sömürülenlerin nasıl çile çektiklerini hemen anlatır kent diliyle. 

Bu yapının oluşması bir yandan talanlara dayanırken kapitalizm yönünden hukuksal güvence altındadır. Evet, Anayasa ve kanunlar genellik ilkesine göre herkese uygulanır ama konu özel mülkiyet ve kapitalizmin kenti olduğunda güvence altına alınan burjuvalardır. 

Kentlerin Anayasadan okunması yanıltıcı olur ilk bakışta. 

Anayasa, herkese yerleşme özgürlüğü tanırken, bu özgürlüğün sağlıklı ve düzenli kentleşmeyi gerçekleştirmek ve kamu mallarını korumak amacıyla kanunla sınırlanabileceğini söylerken, devletin kentlerin özelliklerini ve çevre şartlarını gözeten bir planlama çerçevesinde konut ihtiyacını karşılayacak önlemleri alacağını buyururken, herkesin sağlıklı ve dengeli bir çerçevede yaşama hakkına sahip olduğunu öngörürken, bunları “herkes” için kapsarken tam da sınıfsallığı vurgular ve de saklar.

Çünkü “herkes” için öngörülenler yine anayasal güvence altında olan mülkiyet hakkına dayanır ve orada durur. 

Anayasadan kanunlara geçildiğinde daha karmaşık bir ortamla karşılaşılır. Buna kararname ve kararlar, yönetmelikler, tebliğ ve genelgeler ve de uygulama karar ve işleri eklendiğinde kaos içinden çıkılmaz hale gelir.

Böylesine bir anayasal ve hukuksal düzenlemeye karşın neden kentlerin bir bölümü sağlıklı ve düzenli de bir bölümü değil? Neden zenginlerin binaları mahalleleriyle, alt yapısıyla, dayanıklılığıyla, ısınmasıyla, her şeyiyle sağlıklı da emekçi halkın yaşam alanları sağlıksız? Neden hukukla saklanan sınıfsallık kentlerle, mahallelerle, meydanlarla, cadde ve sokaklarla, alt yapıyla, binalarla, bacalardan çıkan dumanlarla, çöplerle hemen vuruverir suratlara?

Üstüne bir de bu çevre, kentleşme, imar ve iskan kanunlarıyla, hukukuyla sürekli oynanır. Her seferinde torba kanunlarla, cafcaflı gerekçelerle değişiklikler yapılır. İşin içinden hukukçular bile zor çıkar. 

Meclis Genel Kurul gündeminde yine böyle bir torba kanun teklifi var. “Coğrafi Bilgi Sistemleri ile Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Teklifi”. Siz bu yazıyı okurken belki de kabul edilip Cumhurbaşkanına gönderilmiş olacak. 

Adına bakarak yanılmayın. Yürürlük ve yürütme maddeleri dışındaki 35 maddenin yalnızca biri coğrafi bilgi sistemleriyle ilgili. Diğer 34 maddeyle İmar Kanunu, Kıyı Kanunu, Yapı Denetimi Kanunu, İskan Kanunu, Kamu İhale Sözleşmeleri Kanunu, Gecekondu Kanunu, Arsa Üretimi ve Değerlendirilmesi Kanunu, Lisanslı Harita Kadastro Mühendisleri ve Büroları Kanunu, İdari Yargılama Usulü Kanunu gibi kanunların birçok maddesinde değişiklik öneriliyor. 

Burada ayrıntıya girmeyeceğim. Hem teklifin kendisinde hem de Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu Raporunda ilgilenenler için epey ayrıntı var. CHP, HDP ve İYİ Partinin Komisyon Raporundaki muhalefet şerhlerinde bu torba kanunun iç yüzü, Anayasaya aykırılığı, Anayasa Mahkemesi kararlarının dolanarak aşılması, yerel yönetimlerin görev ve yetkilerinin kısıtlanması, çevre ve şehircilik hukukunun alt üst edilmesi dile getirilmiş. İnsan Hakları Avrupa Mahkemesinin “nitelikli ülke” kavramıyla bağdaşmayan gerekçelerinden de yararlanılmış. 

Teklifin 20. maddesini özel bir not olarak düşmekte yarar var. Anımsanacaktır, Bitlis-Ahlat’a yapılması planlanan cumhurbaşkanlığı köşkü Anayasa Mahkemesine takılmıştı. 20. maddede AYM kararını etkisiz kılmak için “… bölgenin gelişmesine katkı sağlayacak kamu yapısı …” sözcüklerine sığınılarak sarayın yolu açılmış. 

Teklifin “temel kanun” olarak görüşülmesi kabul edilmiş. İçtüzük gereği (birinci bölüm 1 madde, ikinci bölüm diğer maddeler olmak üzere) tüm kanun iki madde gibi görüşülecek, önergeler ve bölümler üzerindeki soru-cevap süresi sınırlı olacak. Yani “şıp geçti” olacak. 

Meclis Komisyonlarının önemli işlerinden biri, tekliflerin ilk önce Anayasanın metin ve ruhuna aykırı olup olmadığını incelemek… Bu inceleme komisyona verilen bir görev değil, yükümlülük. Ne gezer? Parmak sayısı esas değil mi?

Gerekçesinde “yaşanabilir ve sürdürülebilir kent” amacıyla teklifin getirildiği öne sürülüyor. Gerçek amaç ise saklanmıyor: “mülkiyet hakkının korunması, kısıtlanmaması”…

Sonuç, sürdürülebilir kapitalizmi gösteriyor. 

Düzen muhalefeti tarafından sıklıkla sığınılan “hukuk devleti”, “hukukun üstünlüğü”, “demokratiklik” kavramları altüst. Ne kadar içerikli muhalefet şerhi yazılırsa yazılsın,  klasik devlet, anayasa, hukuk modeli bırakın içerik olarak biçimsel olarak bile paramparça. Toplumu her yönüyle ilgilendiren siyasal dönüşüme yönetsel ve hukuksal dönüşüm de eklendi. 

Kapitalizmin kentleri de, devleti ve hukuku gibi yalnızca kendisi için var. Yalnızca kanunları değil her şeyleri şıp geçti.

Emekçi halk, adına kaza veya afet denilen, olmazsa dinselliğe ve kadere gönderme yapılan ama bütünüyle kapitalizmin ürünü olan iş ve işlemlerin, olayların altında eziliyor. Günlük yaşamın kaçınılmazı ve kamu hizmeti olan su, elektrik, havagazı ve toplu ulaşımın yükü -tıpkı dolaylı vergiler gibi- emekçi halk üzerine biniyor.  

Bunlar bize, düzen içine sıkışıp kalan, hareket yeteneğini yitiren, uzlaşmacılık altında ezilen, sözde ya da yazıda kalan mücadele yanılsamalarının yerine sosyalist mücadelenin tüm emarelerini ve gerekçelerini veriyor.