Kafa karışıklığı

İçinde yaşadığımız koşullarda, kafa karışıklığı da kafası karışanların çoğalması da olağan gösteriliyor. Güncel ve yüzeysel tartışmalar topluma sindirilmiş, kimileri de kolay yollardan bu sindirmeyi kabullenmiş gözüküyor. Polemik, “makbul” tartışma gibi benimsetiliyor. Dünya bakışı net olmayanların, ortalarda dolaşmayı yeğleyenlerin, kolaycıların, bezginlerin, kadercilerin bu kaos havuzu içinde çırpınmaları olağan da, bakışı, çözümlemeleri ve hedefi net olanların, bir yandan “havuzun içinde değiliz, biz farklıyız” deyip, diğer yandan kimi konularda bocalamaları anlaşılır gibi değil… Hem de halk onlardan öncülük beklerken.

Yeni anayasa tartışmaları da kafa karışıklığı yaşanan alanlardan biri…

Amacım tahlil ya da çözümlemeye girmek değil. Yalnızca, bir somut durum örneğini fotoğraflamak…

Yıl 2010… AKP, iktidarı boyunca 8 kez değiştirdiği Anayasa’yı bir kez daha değiştirmek istiyor. Amaçsız kimi dolgu maddelerle birlikte asıl yapmak istediği “yargıyı” kusursuz ele geçirmek, güdümlü hale getirmek. Böylece, hukukla istediği gibi oynayarak sermayenin önünü açarken, kimi yargı frenlerini kaldırmak... Yollara düşüp anlatıyoruz, gerçek yüzü gösterme konusunda başarısız da olmuyoruz. Ancak, karşımızda bir duvar var ki, “12 Eylül faşist Anayasası değişmelidir”, “12 Eylülden en çok biz çektik” diyor, dayatıyor. Haklılar, kim aksini söyleyebilir? Haklılar da kulakları tıkalı, gözlükleri buğulu… Yerine getirilecek olanın 12 Eylül Anayasasından daha kötü olacağı uyarılarını dinlemiyorlar demokrasi yanılsamasına kapılmışlar, anayasa değişikliklerinin ve AKP’nin gerçek yüzünü göremiyorlar.

Yıl 2012… AKP iktidarı ile getirildiğimiz tablo ortada… Aynı siyasal iktidar şimdi de “dönüştürme” eylemini tamamlamak için “yeni anayasa” diyor, “sivil bir anayasa” diyor. Yine yollara düşüp anlatıyoruz. “Kapitalist dikta”nın yüzü nettir, önüne tuttuğu maskelere aldanmayın. Kimi zaman asker, kimi zaman polis, kimi zaman seçilmiş, kim zaman atanmış, kimi zaman kural koyucu, kimi zaman yargılayıcı… Maskeler değişir ama “dikta” yüzü değişmez, maskelerle muhalefeti de yanına çeker, halkın içinden destekçi de bulur diyoruz. Yine karşımızda aynı duvar: “Siz 12 Eylül hukukunu mu savunuyorsunuz?”, “demokratik yollarla gelen bir iktidarın sivil anayasa önerisine neden karşı çıkıyorsunuz?”

“Yeni anayasa” tuzağına dört elle destek olamaya devam ediyorlar. Sanki yeni anayasayı kendileri yapacak da AKP ve Meclisteki diğer partiler, geniş halk kesimlerini ve emekçileri koruyan, sermayenin sınırsız tahakkümünü engelleyen, “eşitlik-özgürlük” diyalektiğini yaşama geçirecek bir anayasayı onaylayacak ve bir sabah uyandığımızda, yeni anayasamız olduğu için karanlık bulutlar dağılacak, bembeyaz bir ülke görecekmişiz gibi…

Sosyalistlerin, kafalarının karışabileceğine inanmasak da, kafası karışık herkese söylediğimizi, bir kez daha söyleyelim: Anayasa, hukuk üstü ve sihirli bir metin değildir. O da bir “üst yapı” kurumudur. Diğer hukuk kuralları gibi, anayasa da “kural koyucu güç”ten soyutlanamaz, böyle bir soyutlamayla okunamaz, uygulanamaz. Kural koyucu güçten soyutlanan hukuk, toplumun maddi temelinden, yapıdan ve ilişkilerden soyutlanmış olur birilerinin koşulsuz itaatini istediği “tabu” haline gelir.

Kaldı ki, yeni bir anayasa yapılacak ise, bunun “meşru zemini”, 12 Eylülün devamı olarak tanımlanan yürürlükteki anayasal yapı olmadığı gibi, bu Anayasadan çıkan yasalar ve eşitsiz seçim sistemiyle “iktidar” olan siyaset de değildir. Yine bu Anayasadan çıkan “kurulu meclis” de değildir. Emperyalizmin uluslararası hukuka dayalı yeni sömürgecilik dayatmaları hiç değildir. Toplumcu bir anayasanın meşru zemini toplumun kendisi, yol göstericisi de toplumsal ilişkilerdir.

Solcuların, sosyalistlerin kimi çözüm yollarında farklı görüşleri olsa bile, kapitalizmin oyunlarına, engelsiz sermaye hukukuna, sömürüye, kamu kaynaklarının kimi çıkarcılara peşkeş çekilmesine, ormanın, suyun, doğanın, kültür varlıklarının ve çevrenin rant uğruna yok edilmesine, emekçilerin köleleştirilmesine, toplumun yaşam tarzının karanlığa itilmesine, gericiliğe karşı kafaları karışık olmamalı…

İçinde bolca “eşitlik”, “özgürlük” ve “demokrasi” yazacağı ileri sürülen bir anayasa tuzağına, hem de egemen sınıfın yanında, enerji harcamak yerine nasıl bir dünyada yaşadığımızı analiz etmek, sorunların nasıl oluştuğu ve nereden kaynaklandığına kafa yormak, “eşitleştirme-özgürleştirme” savaşımına her an her yerde katılmak, sendikal hakların ve doğru örgütlenmenin önünü açmak, kapitalist eğitimin gerici soslarla sunulan gerçek yüzünü ortaya çıkarmak, “sosyalist ahlak ve eğitim” için çaba göstermek, birey ve toplumun sağlığı üzerinde oynanan kâr oyunlarını sergilemek, uzaklara bakarken aynı zamanda, yakında, yanı başımızda duran sorunları görmek, kafa karışıklığını gidermede etkin bir iyileştirme yöntemi olacaktır.

Yapıyı esas alan bakışı, “göz atma” eyleminden kurtararak “yaşama geçirmek”, “sosyalist gibi yaşamaya” katkıda bulunmak, “tanı”yı da “iyileştirmeyi” de çözecektir. Hatta -kafalar yine karışacak ama- haydi biraz daha ileri giderek söyleyelim: sosyalistlerin yönetiminde doğaldır ki “toplumcu anayasa” yapılacaktır, ama hiç olmazsa geçiş sürecinde şu beğenmediğimiz anayasa bile öyle okunur, yorumlanır ve uygulanır ki, onu yazanlar da egemen yaşam tarzına uygun yorumlayanlar da şaşırır kalır. Çünkü asıl olan, başkalarının dayattığı anayasanın ve hukukun “üstünlüğü” değil, toplumun ulaştığı aşama, geldiği yerdir. Toplumun kurucu öğesi “anayasa” değil toplumun kendisidir.