Çankaya’nın bahçesinden askeri fabrikaya özelleştirme

Liberalizmin serbestlik temeline dayanmasının, paranın saltanatının ve kapitalizmin ekonomi politiğinin gereğini yerine getiriyorlar.

Tartışmalar kurallı ve kârlı özelleştirme ile sınırsız serbestlik arasında sürüyor. Aynı tartışma “emek” için de geçerli: bir taraf çalışma hukukunun ve iş sözleşmesinin hak sınırları içinde kalınmasını diğer taraf esnek mi esnek işgücünü savunuyor.

Bu tartışma içinde karşıt değiller, uzlaşmaz çelişki içinde değiller. Kapitalist düzenin içinde kapışır gibi gözüküp büyük sermayeye talan ve sömürü yolları açıyorlar hep birlikte.       

Demirel’in yirmi yıl önce cumhurbaşkanıyken, SEKA arazisinin Ford Otosan Fabrikasına tahsisindeki tartışmalara karşı söylediği ‘‘Ford için Çankaya'nın bahçesini bile veririm’’ sözleri ile Erdoğan’ın Sakarya Askeri fabrikası için  “Özelleştirmedik, BMC'ye devrettik” sözleri arasında fark yok.

Demirel’le Erdoğan’ın ortak noktası, “kurallısı olmaz hukuk biziz” diyor. 

“Hukuk biziz” derken klasik yargı tanımazlık da olmadan olmaz tabii. BMC’nin temel atma töreninin yapıldığı bölgeye ilişkin TMMOB’nin açtığı davalar sonucu Danıştay’ın iki iptal kararı var, bir başka dava sürüyor. Kim takar?    

Özal, 12 Eylül sonrası ne 1982 Anayasasında ne de yasalarda bütüncül, tutarlı hukuk kuralları olmaksızın uygula-gör-düzelt yöntemiyle özelleştirmelere sarılırken ANAP tek parti iktidarı 1991’de DYP-SHP koalisyonuna devredildiğinde de bu tartışmalar aynı kısırlıkta kaldı. 

Çünkü neoliberalizmin özelleştirme hedefi açıktı. Bu hedefe karşı durarak da koalisyon kurulamazdı.

Ama bir şeyler yerli yerine oturmuyordu, Mümtaz Soysal, İlter Ertuğrul, KİGEM gibi kamucu mücadele insanları ve kurumları vardı, sosyalistler vardı. İmdada yetişen Anayasa Mahkemesi, Anayasada özelleştirme yok ama devletleştirme var, devletleştirmenin varlığı özelleştirmenin varlığını gösterir derken bile kimi iptal kararları verebiliyordu. İdari yargı rahatsız ediyor, uyku uyutmuyordu.         

Demirel Çankaya çıkıp yeni bir DYP-SHP Koalisyonu kurulduğunda, daha önce ekonomiden sorumlu devlet bakanıyken “devletin sosyal harcamalarda çok hızlı gittiğinden ama üretimden çekilmesinin yavaşlığından” yakınan ve “bunlar bizi sosyal devlet değil, sosyalist devlet yapar” diyen Tansu Çiller başbakanlık koltuğundaydı.

Ve sermaye için tarihi gün geldi, 24 Kasım 1994 günü Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun Mecliste kabul edildi.

Çiller, DYP ve SHP’lilerin alkışlarıyla milletvekillerine teşekkür konuşmasını yaparken rüyalarına giren sosyalist devleti de ihmal etmedi: “Bir zamanlar Türkiye’de öyle bir devlet anlayışı gelmişti ki; Türkiye, bölgesinde son sosyalist devlet olmuştu. Türkiye, tüm bankalarıyla, devletin her yerde üretim alanlarına girmesiyle devletin egemenliğiyle bölgesindeki son sosyalist devletti.”

Çiller’in, Özelleştirme Yasasıyla “son sosyalist devlet”in yıkılmasına yönelik sözlerine hak veren yandaş yazarların heyecanı da, Ertuğrul Özkök’ün “ekonomide ikinci cumhuriyet” gibi nitelendirmeleriyle birlikte, az değildi.

Halkın olan sermayeye peşkeş çekilmişti ama onlar “devletin olanı halka” verdik diyorlardı. Özelleştirmeyi yalnızca ekonomik reform olarak değil siyasi reform olarak da tanımladılar. 

Bir koalisyonun yasayla yaptığını başka bir koalisyon Anayasayla tamamladı. DSP, MHP ve ANAP Koalisyonu özelleştirmeyi Anayasaya yerleştirdi.

Mülkiyet biçimlerine hukukun satırlarıyla bakanlar, o satırlardaki oynamalarla kimi durumların düzeleceğini sanarak oyalanıyorlar. Birilerinin çıkıp bu olayda hukuk benim demesiyle, biçimsel ve ilkesel süreçleri tamamlanarak oluşan hukuka uyulması üretim ilişkilerinin özünü değiştirmiyor.

Zorla ya da barışçı, hukuka eksiksiz bağlı ya da kimi biçimsellikleri yok sayan mülkiyet transferleri veya mülksüzleştirmeler sermaye sınıfına hizmet ediyor.  

Hukuk kimi zaman perdeliyor yapılanları kimi zaman da hukuksuzluğu kendisi yaratıyor. Sahiplenme ile mülksüzleştirme arasındaki kopmaz bağ, hukuksal meşruiyete sahip olmak ya da olmamak arasında duruyor. Kimilerinin meşruiyetsizlikten memnuniyetsizliğini dışa vurması sözde kalıyor.

Hukukun üstünlüğünü savunanlar başaramadı, başarmaları da olanaksız. Çünkü özelleştirmeyi kapitalizm istiyor. Özelleştirmeye karşı çıkmayarak “olsun ama hukuksal olsun” diyenler de sermaye sınıfına, sınıflı topluma karşı değil.          

O klasikleşen banka reklamında olduğu gibi birbirlerinden farkları yok. 

24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi 31 Mart seçimlerinde de Erdoğan’ı yenmek adına daha fazla sağcılık yaparak ilkesiz politikayla halkın karşısına çıkanlar 1990’lar koalisyonları gibi kandırıyorlar yalnızca.

İyi-kötü kapitalizm, iyi-kötü emperyalizm oyunu oynuyor iktidar ve muhalefet koalisyonu… 

Düzenden vazgeçilmezlik, saplantı ve aymazlık bir araya gelince “kötü” bile şaşırıyordur bu kadar siyasi parti içinde bu kadar rahat yaşadığına. Zaten artık bir iki teşvik ve baskı yasası dışında ihtiyaç da kalmadı parlamentoya. Yerel yönetimleri de toplumsallıktan uzaklaştırarak tam bağımlı kılmak istiyorlar piyasaya. 

Kötüsü açık oynuyor iyisi sözde masum. İkisi de kandırıyor. 

Kamunun olanı yok pahasına sermayeye peşkeş çekmeyle hukuka uygun ve bedeli karşılığı devretme arasında emekçiler açısından fark yok. İkisi de yağma, çünkü özelleştirmenin kendisi yağma.  

Kaldı ki sorun öyle ya da böyle bir devirden ibaret değil. Sermaye “her şey benim”, “her şey benim için” diyerek kamusallığı ve sosyalizmi hedef alıyor, işçi sınıfını hedef alıyor.  

Özelleştirme olsun ama hukuksal olsun diyenlerin görmek istemedikleri bu… Bir, sermaye sınıfına ideolojik destek veriyorlar. İki, emekçileri daha fazla bireyselleşmeye ve sömürülmeye itiyorlar.

Ne oyuna geliyor ne de yalanlara kanıyor işçi sınıfı. Sömürü zincirinin bir halkası olmak ve sınıf baskısıyla uzlaşmak yerine o zinciri kırıp atmayı, o baskıyı parçalayıp dağıtmayı hedefliyor Partisiyle…