AKP’ye özgü yargı

Danıştay kararlarıyla avukatların davalara türbanla girme yolunun açılması ve türbanlı avukatla davayı sürdürmek istemeyen yargıçlar hakkında soruşturma başlatılmasının ardından, yargıç ve savcıların da dinsel simge taşıyabileceği tartışmaları büyük bir ciddiyetle başlatıldı. Siyasal İslamın yargıda ayrımcılık amaçlı kullanılması, dine, mezhebe, inanca ya da inançsızlığa farklı tavır takınılması örnekleri artık şaşırtıcı olmayacak.

İşte yeni bir örnek: bir tarafta türbanlı avukatın, diğer tarafta da türbansız avukatın olduğu davada, yargıç, birinci tarafa aşırı nezaketini, ikinci tarafa ise aşırı nezaketsizliğini esirgememiş… En ufak baskı ve kuşkunun, yargı bağımsızlığını zedeleyeceği evrensel ilkesi karşısında, bu esirgenmeyen açık sözlülüğün, davayı ve verilecek kararı etkileyip etkilemeyeceğini takdir size kalmış. Ancak, davada yargıcın tarafsızlığını yitirdiği kesin. Bir yüksek yargı düşünün ki, yargılamada yukarıdaki sahnenin yaratılmasına, yani adaletsizliğe katkıda bulunuyor. Danıştay’ı bu yönüyle kutlamak(!) gerekiyor.

Hukuku, pozitif hukuk kurallarını sorgulamadan, birlikte ve insanca yaşamanın önemli unsurları arasında sayan ve ona üstünlük methiyeleri düzen anlayış, yargıyı da hukuk düzeninin yaşaması için elzem sayar. Üretim ilişkilerinin ve toplumsal ilişkilerin sürdürülebilirliği de hukuk ve yargıyla sağlanır. Özetle, ilişkileri hukuk tescil eder, yargı korur.

Burjuva demokrasilerinde, “hukuk” demokrasinin, “yargı” da hukuk devletinin olmazsa olmazı ilan edilirken, sorgulanması unutturulan ya da ihmal ettirilen iki alandan biri üretim ilişkileri, diğeri ise hukuktur. Birinci tartıştırılmaz, ikinci fazlasıyla öne çıkar, vitrine konur. Her şeyin çözümü onda aranır. Hakkın aranmasında ise sınır yoktur. Herkes mahkemelerde hakkını özgürce arayabilir. Herkese adil yargılanma hakkı tanınır. Görünüş, Türkiye’de de böyledir.

Ancak, bu genel tabloya, doğal olarak bazı fırça darbelerini eklemek gerekir. Bunlardan biri, sermaye destekli siyasal iktidarın gücüdür. AKP söyler, emniyet/savcı/yargıç üçlüsü eyler… Bir diğeri, “adamı bulunursa, yargıdan istenilen kararın çıkacağı” inancıdır. Nitekim görevinden ayrılarak ya da emekli olduktan sonra avukatlık yapan yargıç ve savcılara, özellikle de yüksek yargıda üyelik yaptıktan sonra avukatlık yapanlara cazip yaklaşım da bu inanca dayanmaktadır. Bağlı olarak, artık çoğu davalarda “savunmasız yargı” dönemi başlamıştır. Bir diğer ekleme ise, devlet gücüne karşı dava kazanılamayacağı inancının gittikçe yaygınlaşmasıdır. Buna, siyasal iktidarın yargı kararlarını tanımayacağı inancı da eklenmelidir. Nihayet, ekonomik gücü olanlara karşı dava kazanılamayacağı, sermayenin istediğini elde edeceği inancına, artık açık seçik ortada olan “çifte standart” yargılamalar ve yargı kararları da eklenmelidir.

AKP döneminde tavana vuran bu fırça darbelerinin özü, devleti yalnızca “yürütme organı” olarak, diğer deyişle kendisi olarak gören AKP’nin, hukuku adaletsizlik için kullanması yargıyı da piyasacı/gerici kulvara yerleştirmesidir. Yargı, adaletin değil, intikamın aracı yapılmıştır.
AKP, işine gelmeyen mahkeme kararlarını tanımamaya devam etse de, biz bir Anayasa Mahkemesi kararını anımsatalım. Önceki Ceza Muhakemesi Usulü Kanunu’na göre tanığa, tanıklığından önce, “adı, sanı, yaşı, işi ve ikametgahı” ile birlikte “dini” de soruluyordu. Anayasa Mahkemesi, 2.2.1996 günlü kararında, kuraldaki “…dini…” sözcüğünü iptal etmişti. Gerekçesi, kamusal ilişkilerde dinin belirleyici rol oynamasına yol açması nedeniyle “laiklik ilkesi”ne ve dini açıklamaya zorlama nedeniyle “din ve vicdan özgürlüğü”ne aykırılıktı. Nereden nereye, 2008 yılındaki laik devlet kararlarını tanımayanlar, 1996’yı mı anımsayacak? Zaten, kendi çıkarları dışında, hukuk, yargı, adalet gibi bir kaygıları yok ki…

AKP, büyük sermayeyi beslemenin yanına dinsel siyaseti de ekliyor. Bir mezhebin, ayrımcılık ve eşitsizlik öğesi olarak kullanılmasından hiç kaygı duymuyor. Sünni İslam ile bulamaç yapılmış devletin yargısına doğru adım adım ilerliyor. Her mahkemeye bir imam eksik…
Toplumun yaşam tarzı üzerinde bu kadar egemen olmuşken ve kendilerine yardımı esirgemeyen bir Meclis muhalefeti varken yoluna devam etmesi kimilerine olağan gözükebilir. Kimileri de “böyle gelmiş böyle gider” boş vermişliğine kapılmış olabilir. Haziran Direnişi’nin de etkisiyle hızla büyüyen sol birliktelik ise, eşitsizliğin ve adaletsizliğin her türüne karşı çıkıyor, her gün daha fazla güçleniyor.