Her dönemin kendi karanlığı ve kendi aydınlığı var. Halbuki söz konusu çürüme ve kurtuluş olduğunda mutlaka evrensel olan bir şey de var. O şey bugün de geçerli.

Sönmüş hayaller

Zamanımızın bir kahramanı var. 

Bu kahraman bugünün kahramanı. Ama bu kahraman 1840’lar Avrupasında ortaya çıkan iki karakterin ilginç bir bileşimi gibi: Lermontov’un Peçorin’iyle Balzac’ın Lucien’i.

Peçorin bir “lüzumsuz adam”dır. Kişiliği derinlemesine çatallaşmış, rahat duramayacak zekası ve tutkusuyla konformizmi arasına sıkışmış bir adam. 

Peçorin nasıl bu hale gelebilmiştir?

Zamanımızın kahramanı hem bu karakterlerin ama hem de ağızlarından dökülen gerçeklerin bir bileşimidir:

Alçakgönüllüydüm, beni kurnazlıkla suçladılar; gizemli bir kapalı kutu olup çıktım. İyiyi ve kötüyü çok derinden hissediyordum; hiç kimse bana şefkat göstermedi, hepsi beni aşağıladı, kinci olmaya başladım.

Bütün dünyayı kucaklayıp sevmeye hazırdım ama beni hiç kimse anlamadı, ben de nefret etmeyi öğrendim.

Gerçeği söyledim, bana inanmadılar, böylece aldatmaya başladım. Dünyayı ve toplumu çeviren çarkları iyice öğrenerek hayat biliminde ustalık kazandım.

Hiçbir ustalıkları olmayan, benim gece gündüz demeden uğraşarak elde ettiğim olanaklara bedavadan, kolayca ulaşabilen başka insanların nasıl mutlu olduklarını gördüm. 

İşte o zaman içimi bir umutsuzluk kapladı. Fakat bu tabancanın namlusuyla tedavi edilebilecek bir umutsuzluk değildi; zarafetin ve saf gülücüğün örtüsü altına saklanmış soğuk, güçsüz bir umutsuzluktu. 

Manevi yönden sakat bir kişi oldum, ruhumun yarısını kaybettim; kurudu, buharlaştı, öldü, sonunda onu kesip attım. Diğer yarısı kımıldadı, cana geldi ve herkesin hizmetinde yaşamaya devam etti. 

Hiç kimse ölen yarının varlığından haberdar olmadığı için ruhumun yarım oluşunu kimse fark edemedi.” 

Dünyayı ve toplumu çeviren çarklar… 

Lüzumsuz adamın romanlarda hep kendi eşleniğiyle ortaya çıkması bir tesadüf müdür? Zamanımızın kahramanı her zaman kaderci ikiziyle ortaya çıkar. Çünkü lüzumsuz adamın ortaya çıkışı toplumsal bir sıkışmanın ürünüdür. Eskiyenin gitmemekte direttiği veya geri geldiği, ama yeninin de gelmekte geciktiği veya adresinin hissedilemediği… 

Gerçek toplumsal çürümenin asıl motoru işte bu arada kalmışlıktır.

Peki lüzumsuz adam gerçekten de o kadar lüzumsuz mudur?

Bu karakterin ortaya çıkışının, iki yarısının iç içe geçişinin her zaman bir toplumsal kullanım değeri vardır. Onlara lüzum mutlaka bulunur. Siyasette, sanatta, gazetecilikte…

Lucien Chardon-Rubempré, “Chardon” ile “Rubempré”nin arasına sıkışmış, orta sınıf ile aristokrasinin arasında kalmış bir şairdir. Kafasında bir plan ve o planın içinde kurnazlığı, tutkuları, zekası, ünlenme ve yükselme hırsı vardır.

Taşranın şairi Paris’e geldiğinde elinin ancak para için kalem tutabileceğini öğrenir. Ona ancak liberal gazetelerin kapıları açıktır. Ne yazdığı önemli değildir. Ne para edecekse, ne adına yazması gerekiyorsa onu yazar. Başka çaresi yoktur çünkü dünyayı ve toplumu çeviren çarklar böyledir. Yazdıkça kapılar açılır, yazdıkça ünü ve kişiliği açılır, ama sanatçı tutkuları Peçorin gibi içine kapanır.

Bu böyledir çünkü 1840’ların Fransa’sı Bourbon Hanedanı’nın gericiliğiyle daha baştan kokuşan liberalizmin arasına sıkışmıştır. Hangi kitabın basılacağına, okuma yazması olmayan bir tüccar karar verir. Hangi makalenin yazılacağına, hangi sanat eserinin, kişinin, gelişmenin övüleceğine ve yerileceğine de para karar verir. Sahnelerde ve salonlarda hangi oyunun alkışlanacağına dair tek kural vardır: çıkar, hesap ve para. Kimin dost kimin düşman olduğu belli değildir. Her şey önceden organize edilir…

Fransa fırsatçılığın, ahlaksızlığın içerisine gömülmüştür. Ama asıl çürümüşlük bunun kural kabul edilmesindedir. Her çürüme gibi bir yandan da muazzam bir gösterişle örtülür. Örtülebilir çünkü toplumun işleyişi gösteriş üzerine kuruludur. Bu tezat her zaman sınıfsal olandan kaynaklanır. Üst sınıfların gösterişi, hastalıkları, siyaset yapma tarzı kademe kademe yayılır ve normalleşir. Görüntü, ün, beğeni her şey olmaya başlar.

Fransa’nın buradan çıkışı için “1848”, yani bir devrim gerekmektedir. Aristokrasinin de burjuvazinin de pisliğinden kurtulmak işçi sınıfının eseri olacaktır. Dipten dibe biriken ve örgütlenen öfkenin… Ama sorun da zaten 1848’in geleceğine olan düşüncenin ve inancın kaybolmasıdır.

Her dönemin kendi karanlığı ve kendi aydınlığı var. Halbuki söz konusu çürüme ve kurtuluş olduğunda mutlaka evrensel olan bir şey de var. O şey bugün de geçerli.

Gazete köşelerinde, meclis kürsülerinde, televizyon ekranlarında özgürlüğe dair esip gürleyenler giderek esip gürlemenin, Lucien gibi ün kazanmanın tek geçer akçe olduğuna kanaat getirdikçe zamanımızın bir kahramanına dönüşmeye başladılar.

Ama sadece dönüşmeyecekler çünkü ya Peçorin gibi yaşadığı toprakla ya Lucien gibi yaşadığı yaşamla bağlantılarını kaybetmeye başlayacaklar.

Hayaller sönecek…

Lüzumsuz adama bir yer elbet bulunacak. Ama her lüzumsuz adamın bir ömrü olduğu da unutulmayacak. Ve bazı hayallerin gerçekleşmesi için diğerlerinin mutlaka sönmesi gerektiği.