Biz Türkiye’de uzun yıllardır yanlış, insanlık dışı ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir sisteme rağmen emekçilerin özverisiyle ayakta duruyoruz. Bu salt sağlıkta değil hayatımızın her alanında geçerli.

Sistem çalışmıyor ama hallederiz!

Sağlık Bakanlığı’nın dijital uygulamaları aracılığıyla randevu alıp yaşadığım ilçede devlet hastanesine gittik geçen hafta.  Hafta başından MHRS denilen uygulama, SMS, e-mail ve telefonla anımsatmalar yaptı: “şu gün, şu saatte , su serviste, şu doktorla randevunuz var”. Çok etkileyici! Telefonla arayan bir ses kaydıyla bile konuştuk, randevuyu sayısal yöntemlerle teyit ettik.

Sonunda dün hastanenin yolunu tuttuk. İlk kez gidiyormuşuz gibi anlattığıma bakmayın, Covid-19 aşılarımızı da burada olmuştuk. İlçenin nüfusuna göre son derece yeterli büyüklükte, temiz, bakımlı, aydınlık bir hastanemiz var. Sabah erkenden bizi görecek doktorun kapısına gittik. Kibar, güleryüzlü bir hemşire isimlerimizi sordu, bilgisayara baktı ve “isimleriniz görünmüyor, gidip ayrıca numara alırsanız doktor bakar bugün” dedi. “Bugün” ürkütücü belirsizlikte ve geniş bir zaman dilimi elbette ama söylenmeden numara alacağımız yere gittik, numaramızı aldık ve doktorun kapısının önüne döndük. Hemşire hanım, yine son derece nazik bir şekilde, isimlerimizin az önce bilgisayarda belirdiğini, doktorun aslında bütün gün ameliyatı olduğunu, bugün hasta bakmaması gerektiğini, normal koşullarda sistemin bugün için randevu vermemiş olmasının icap ettiğini söyledi. Sonra da şu anahtar cümleyi telaffuz etti: “Sistem çalışmıyor ama merak etmeyin hallederiz!”

Derken doktorumuz koşarak -ama gerçekten koşarak- ve ameliyat kıyafetiyle geldi. Hemşire, eşimle beni içeri aldı. Doktor bir yandan ameliyathaneyi arayıp bir sonraki hastayı hazırlamalarını söylerken bir yandan da eşimin kolunu, benim de elimi muayene etti, teşhis koydu, eşimin koluna bir enjeksiyon yaptı hatta o arada hızla özetlediğimiz şikâyetlerimizi de dikkatle dinleyebildi, hemşireye hangi ilaçların verilmesi gerektiğini bilgisayar üzerinde gösterdi. Sonra da koşar adımlarla odayı terk edip ameliyathaneye gitti.

Okurken yoruldunuz değil mi? Tüm bunlar, gerçek hayatla yani sağlık personelinin arazideki güç çalışma koşullarıyla hiçbir bağlantısı olmayan ve kim bilir hangi yandaş firmaya yaptırılmış uyduruk elektronik uygulamaya rağmen yaklaşık 8 dakika içerisinde yaşandı ve bitti. Özetle sistem çalışmıyordu ama işimiz hallolmuştu. 

Muhtemelen devlet hastanelerine giden hemen herkesin en az bir kez yaşadığı bu hikayeyi iki sebeple anlattım. Birincisi, doktor sağ elimde “tetik parmak” sendromu bulunduğu tanısı koyduğundan bu hafta klavye başında uzun uzun bir dış politik tahlil yazmamın mümkün olamayacağını dile getirmek ve okurlarımdan özür dilemek için. 

Zaten geçen hafta Akepe iktidarı diplomatik alanda genel ortalamalarının çok altında kalan bir performans gösterdi. Ne bir ülkeyle savaşın eşiğine geldik, ne ikili bir çatışmanın davetsiz üçüncü konuğu olarak bacadan düştük, ne de ağız tadıyla söz düellosuna girişebildik. Esas faaliyet alanı sigortacılık ve göçmen nakliyatı olan bir adamcağızın Çamlıca kulesinden fotoğraf çeken bir İsrailli çiftten karşı casusluk destanı yaratma girişimi de akamete uğrayınca en azından dış politikada krizsiz diyebileceğimiz bir hafta geçirdik. 

Bunun yerine, Türk Lirasına, ulusal ekonomiye ve geleceğimize yönelik örgütlü bir suikastın tanığı olduk. Cebimizdeki parayla uzun uzun bakıştık ve onun hızla erimesini izledik. Hâlâ da izliyoruz.

İkinci ve daha da önemli sebep ise, önceki gün hastanede yaşadığım olayın yeniden farkına varmamı sağladığı bir olguyu paylaşmak istemem. Biz Türkiye’de uzun yıllardır yanlış, insanlık dışı ve sürdürülmesi mümkün olmayan bir sisteme rağmen emekçilerin özverisiyle ayakta duruyoruz. Bu salt sağlıkta değil, hayatımızın her alanında geçerli. Benim buradan çıkardığım bir ders var. O da Türkiye’nin her meslek alanında özverili, yetenekli, toplumsal bilince sahip bir insan kaynağı bulunduğu. Üstelik on yıllardır süren, 12 Eylül 1980’den itibaren  sistematik hale gelen  acımasız örgütsüzleştirme ve imha siyasetine rağmen. 

Bu neden önemli biliyor musunuz? Türkiye’nin kamucu, anti-emperyalist ve laik bir sosyalist iktidara kavuşması gerektiğini ve kavuşacağını ısrarla dile getiren biz komünistlere sabah akşam “Söyledikleriniz pek güzel ama yapamazsınız, kaynağınız yok, izin vermezler!” diyenlere, “gerçekçilik” adına ille de gidip yukarıda saydığım üç temel ilkenin hiçbirini benimsemeyen birilerinin kuyruğuna takılarak siyaset yapmamızı savunanlara verilecek en güzel yanıt “bizim insanlarımız ve umutlarımız var” olduğu için. 

Bir düşünsenize; bu ucube ve “çalışmayan” sistemde bile halkın derdine deva olabilen, ülkeyi sırtlarında taşıyan Türkiye’nin iyi ve nitelikli insanları, toplumun çıkarlarını burjuvazinin kasalarının şişirilmesinden üstün tutan, insanın insanı sömürmesinin yasaklanacağı bir sistemde kim bilir neler yapabilirler…