İktidarıyla düzen muhalefetiyle sokağı 'dökülmek' fiiliyle tarif eden 12 Eylül ürünü bu çarpık düzeni ürküten, sarsan bu kadınlara hayranlık duymamak mümkün değil. 

Kadın ve gericiliğin bitmeyen kadın nefreti

Kadınları seviyorum 

Kaşlar hemen kalkmasın! Salt cinsel yönelimden söz etmiyorum. Çevremde kadınlar olmasını hep sevdim. Belki de sekiz yıl bir erkek okulunda okuduğumdan kadınsız ortamlardan hiçbir zaman hoşlanmadım. Sokağında kadın olmayan kenti kentten saymadım.

Benim çocukluğumda “toksik erkeklik” filan gibi kavramlar yoktu. Ya da vardı da benim ve yakın çevremin bundan haberi yoktu ama “kazak erkekler” vardı. Büyüdüğüm ortamda baskı altında, fiziksel ve psikolojik anlamda şiddet gören ve buna boyun eğen kadınlar da vardı, bunlara direnen ve sesini yükseltenler de. Sonuçta ortak payda, kadınları aşağı bir statüde gören “erkek egemen” yapıydı. Kimse beni “feminist” olarak yetiştirmedi ama büyüdüğüm ortamda bana haksızlığa karşı durmanın bir erdem olduğu öğretildi. Yakın çevremde gördüğüm ilk haksızlığın kadınların tabi kılındığı ve onları ikinci sınıf insan yerine koyan kurallar bütünü olduğunu fark etmem güç olmadı. Örnekse, günde 16 saat çay tüketilen büyük aile ortamında çayı erkekler kadar kadınlar da içerdi ama çay demlemek ve erkeklerin biten çaylarını tazelemek sadece kadınların göreviydi. Türkiye’de ve dünyada kadınların maruz kaldığı şiddetin yanında bu size gülünç ve önemsiz gelebilir ama benim çocuk aklımla “olağan” ve “adil” bulmadığım ilk durumdu bu. Belki de bu yüzden 9 yaşında çay demlemeyi öğrendim. Oturduğum yerden herhangi bir kadın ismi telaffuz ederek “… çay koooy!” diye bağırmamayı da.

Bu satırları yazarken aklıma haksız bir biçimde görevden alınıp hapse atılan ve özgürlüğüne yeniden kavuşmasından memnuniyet duyduğum Kars’ın seçilmiş Belediye Başkanı Ayhan Bilgen’in geçtiğimiz günlerde yaptığı bir açıklamada sözünü ettiği “Anadolu değerlerine uygun sol” geldi. Her cins ve ebattan gericinin günde kırk vakit yinelediği “örf ve adetlerimiz” teranesine bir de “Anadolu değerleri” kavramı mı eklenecek diye kaygılanmadan edemedim. Benim yetiştiğim Doğu Anadolu patentli büyük aile ortamında bu değerlerin en azından bir kısmı vardı. Berdel, kan davası, kuma gibi “değerlerimiz”  yoktu ama kadın sömürüsü ve her türden şiddet vardı. Bu arada aile ezeli ebedi CHP’liydi. O dönemin kriterlerine ve kendilerine göre solcu da sayılabilirlerdi. “Anadolu değerlerine uygun sol” tanımı benim aklıma doğrudan ailenin kazak erkeklerinin “bu çay soğumuş, yenisini koy  (buraya herhangi bir kadın adı koyabilirsiniz)” bağırışlarını, istemedikleri adamlarla evlendirilen, okutulmayan, okusalar bile çalışma hayatına atılmaları uygun görülmeyen, çalışsalar bile evde çay koyması, çayı ve çorbayı sıcak getirmesi ve bu arada elbette cinsel tatmin nesnesi ve kuluçka makinesi olarak faaliyet göstermesi asli görevleri sayılan kadınları getirdi.

Her ne ise, büyüdükçe bu haksızlığın biyolojik değil ideolojik temelli olduğunu öğrendim. Uygarlık tarihini, bu bağlamda dinlerin tarihini, kökenlerini okudukça meselenin Ahmet’in Ayşe’den daha fazla kas gücüne sahip olmasıyla açıklanamayacağını, erkeğin kadını sömürmesinin çok daha geniş kapsamlı ve bütüncül bir sömürü düzeninin başlangıç aşamasından ibaret olduğunu fark ettim.

Bilmem kaç milyon yıllık evrimin sonucu olarak ortaya çıkan memeli bir primat olduğumuz açıkça ortadayken örgütlü dinlerin neden ısrarla kadının erkeğin kaburga kemiğinden yaratıldığını öne sürdükleri sorusunu sorduğumda bize dayatılana karşı bu eşitsizlik ve haksızlık konusundaki düşüncelerim de netleşti. Örneğin dinsel nitelikli yayınlar da dahil okuduğum hiçbir kitapta dişi geyiğin erkek geyiğin boynuzunun ucundan ya da dişi aslanın erkek aslanın kuyruğunun ucundaki tüy yumağından yaratıldığı bilgisine rastlamadım. 

Bütün bunları ne kadar ayrıksı ve az “toksik erkek” olduğumu anlatmak için yazmıyorum zira bu doğru değil. İçinden çıktığım ataerkil toplumun ürünü olarak ben de yakınımdaki kadınlara her zaman adil davranmadım. Yarım yüzyılı aşan hayatımda hiçbir zaman bir kadına karşı doğrudan fiziksel şiddet kullanmadım ama psikolojik şiddete başvurduğum oldu. 

Attila İlhan diyor ya “olmayacak şey bir insanın bir insanı anlaması”… Ben o erkek halimle belki de daha da zor bir işe kalkıştım ve yakınımdaki kadınları anlamaya, anladıkça kendimi düzeltmeye, içimdeki “toksik erkeği” geriletmeye çalıştım. Bu ülkede erkek olarak doğduğunuzda bir gün insan olabilmek için ham kereste gibi kendinizi her gün yontmanız gerekiyor.  Bunda ne kadar başarılı olduğum başlı başına bir tartışma konusu olduğu gibi kararını benim verebileceğim bir husus da değil.

Kadınları seviyorum çünkü…

1 Temmuz’da İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de ve başka illerde, akepe rejiminin vereceği belli olan vahşi tepkiyi göze alarak  İstanbul Sözleşmesi’nin karakuşi bir kararla terk edilmesini protesto etmek amacıyla sokağa çıkan kadınlar ve gerici toplum düzeninin hedefi haline getirilen LGBTİ+ bireyler, üzerine örgütsüzlüğün ölü toprağı serpilmiş umutsuzluk yorgunu bu topluma birçok mesaj gönderdiler. Bu mesajları, benim gibi siyasete yeni atılmış bir diplomat eskisine nazaran sosyoloji ve politika konusunda çok daha engin deneyime sahip yetkin kişiler enine boyuna yorumladılar ve yorumlamayı sürdürüyorlar.

Önceki yıllarda kadınların düzenlediği diğer eylemlerde olduğu gibi, Türkiye’nin mevcut koşullarında yaptıkları iş mesleki riskler bakımından savaş muhabirliğine denk gelen foto muhabirleri olağanüstü etkileyici karelere imza attılar. Barikatların önünde verilen mücadelenin görüntülerinin her biri herkesin diyemeyeceğim ama vicdan ve bilinç sahibi olanların kayıtsız kalamayacakları nitelikteydi. 

Beni en çok etkileyen ise İzmir’de düzenlenen gösteride çekilen bir fotoğraftı. İnternette yaptığım arama ve fotoğrafı paylaşan hesaplara yönelttiğim sorulardan henüz bir sonuç alamadığım için kimin çektiğini bilmiyorum. O yüzden de bu yazıda görsel olarak kullanılıp kullanılamayacağından emin değilim. Fotoğrafta, beşinin üzerinde mor “görevli” yeleği bulunan altı genç kadın var. Dördü bir polis kalkanı duvarına yaslanmışlar. O duvar genç kadınların başlarından en az yarım metre yüksekte duruyor ama kadınlar onun aşılmaz olmadığını biliyorlar. O görüntünün bana göre en etkileyici yanı o yiğit kadınların bakışları. Bakışlarındaki yorgun ama bir kadar da kararlı ve adeta bir manifesto teşkil eden ifade. “Geri adım atmayacağız”, “örf-adet veya Anadolu değeri diye yutturmaya kalkıştığınız karanlığına dönmeyeceğiz”, “hakkımızdan vaz geçmeyeceğiz”, “sizi ait olduğunuz yere, tarihin çöplüğüne geri göndereceğiz” ifadesi.

1 Temmuz direnişi için birçok şey söylemek mümkün. Kadın sömürüsünün ulaştığı boyut ve toplumu köleleştirmek için kadınları öncelikli hedef seçen karanlık ve kötücül bir anlayışa karşı yeterli kalabalığın ve örgütlülüğün yokluğuna işaret etmek, asıl kavganın bu tabloyu yaratan kapitalist düzene karşı verilmesi gerektiğini yinelemek de. Bunlar yanlış değil ama iktidarıyla düzen muhalefetiyle sokağı “dökülmek” fiiliyle tarif eden 12 Eylül ürünü bu çarpık düzeni ürküten, sarsan bu kadınlara hayranlık duymamak, haklı mücadelelerine omuz vermekten kaçınmak, sözün özü, yeni bir Cumhuriyete giderken verilecek savaşımın en sağlam ve güvenilir direnç noktalarından birini oluşturan kadınları sevmemek mümkün değil.