Yoksulun kanından beslenenler, kendilerini ancak kan bağıyla koruyabileceklerini düşünüyorlardı...

Erdoğan ülkeyi Koç gibi yönetiyor

Ve Koç da şirketini Erdoğan gibi yönetiyor: Sülaleden güç alarak, “ahbap çavuş kapitalizmi”yle.

Bilinmeyen bir şey söylemiyoruz ama “tek adama karşı mücadele” ile yatıp kalkanlara ya boş konuşmayı bırakmaları ya da sonuna kadar gitmeleri gerektiğini hatırlatmak için tekrar ediyoruz.

“Devlet ben-im” diyenle “şirket ben-im” diyenin arasında bir fark olmadığını, ikisinin iç içe geçtiğini hatırlatmak için…

Abartıyor muyuz? Ülke yönetmek başka, şirket yönetmek başka mı? Siyaset ile şirketin ne alakası mı var?

Bundan yaklaşık 40 yıl önce, Davos’un gerçek fatihi diyebileceğimiz iki isim kapitalizmin ideolojik krizine ünlü bir makaleyle yanıt üretiyorlardı. Carl Shapiro ve Joseph Stiglitz, işçi disiplininin nasıl sağlanacağına epeyce kafa yoruyor, “Marx’ı çok iyi anladıklarını” başka bir şekilde ispat ediyorlardı.

İşçiyi işine koşturmanın, fazla rahatlamasını engellemenin ve “verimini artırmanın” tek yolunun “yedek işgücü ordusu”ndan geçtiğini, bir miktar işsizliğin herkese iyi geleceğini, kovulma tehdidinin işçiyi diri tutacağını satırlar dolusu matematikle gösteriyorlardı: Tam istihdam kapitalizme fazlaydı. Otoriteyi ve disiplini hatırlatmanın zamanıydı. Otorite ve disiplin için de işsize ihtiyaç vardı.

Kapitalizmde kârdan başka bir motivasyon kaynağı aramak tehlikeliydi. 50’ler ve 60’ların “demokratik yönetim” tartışmaları akılları karıştırmamalıydı. 58’de Rockefeller Vakfı’nın uyarı niteliğindeki raporunda belirtildiği gibi, topluma satılan demokratik hülyalar ile bir şirketin nasıl yönetileceğini birbirine karıştırmak saçmalık olurdu. Şirket demokratik tartışmalarla, seçimlerle falan değil, tepeden tırnağa otoriteyle yönetilirdi. Ve bu otoritenin tek gerçek kaynağı, kişilerde cisimleşen kâr maksimizasyonu olabilirdi.

Sermayenin bir diğer uyanık sözcüsü Milton Friedman “sosyal sorumluluk” kriterinin sosyalizm anlamına geldiğini, sermayeyi çekip çevirecek insan topluluğunun sosyal sorumlulukla değil market mekanizmalarıyla motive olacağını söylüyordu. Friedman kibarca sapla samanı, gerçekle zırvayı birbirine karıştırmayın diyordu.

Sermaye aklı bu tartışmalardan bir tasarım ortaya çıkardı. Bugün “sosyal sorumluluk”, “topluma faydalı insan” kavramlarını, “her fikri önemseriz”, “etik çalışırız” zırvalarını ön yüze yerleştirdi. Arkada ise milim oynamayan otoriter yapıyı çalıştırmaya devam etti. Sermayenin kendisi işlerin demokratik hülyalarla yürüyemeyeceğinin çok önceden farkındaydı. Doğduğu andan itibaren…

Ama sermaye bu sırada başka bir şeyden de vazgeçmeyeceğini gösteriyordu: Birincisi, kan bağının yerini hiçbir şey tutamazdı ve ikincisi, yer yer kafa-kola dönse de ahbap-çavuş ilişkisi devlet ile sermaye sınıfının ilişkilerinde her zaman mevcut olacaktı.

Bu Türkiye’ye özgü değildi. Dünyanın neresine giderseniz gidin sermayenin devleti ve yönetimi etkileme mekanizmalarının bir yerinde bu iki sabiti görmeniz kaçınılmazdı. 

“Dünyayı yöneten aileler” karikatüründen bahsetmiyoruz. Kapitalizmin ve kapitalist bir düzende yönetme işleminin ne kadar karmaşık olduğunu da göz ardı edecek değiliz. Ama kapitalizmin mantığında ahbap-çavuş ilişkisinin, sülaleye güvenin kalıcı olduğunun hatırlanması gerektiğini düşünüyoruz.

Kapitalist dünya “nasıl yönetiriz, nasıl motive ederiz”i tartışmış ve bu tartışmaları “verimli” geçirmişti. Şirketin yönetici kastının nasıl motive olabileceğine, şirket çıkarlarına bağlılığının nasıl sağlanabileceğine iyi kafa yorulmuştu. 

Çünkü kâr payı vermek, hisse senetlerine isim yazdırmak, borsanın zorlu koşullarıyla teste tâbi tutmak yeterli değildi. Profesyonel şirket yöneticisi mülk sahibinin vekiliydi ama kendini mülkün sahibi gibi hissetmesi için bir “ekstra”ya ihtiyacı vardı. Mülkün asıl sahipleri, güvenilmez CEO’lardan bıkmıştı!

Şirket kültürü, sosyal sorumluluk ve “toplum insanı” zırvaları ilk ortaya çıktığında bu ihtiyaca denk düşüyordu. Kapitalizm bunların işe yaramasını samimi olarak isterdi. Ama kapitalizmin etiği tam da Friedman’ın hatırlattığı gibi kârdı. Oysaki kârın kamçıladığı insanın bağlılığına da güven olmuyordu. Güven ilişkisi kapitalizmde ancak ticari bir değerin üzerinde yükselebilirdi. Bunun ötesi “rasyonel” değildi.

İronik ama kapitalizm kendi mantığındaki rasyoneli yaratabilmek için bir tutam “irrasyonel”e ihtiyaç duyuyordu. Kapitalizmde irrasyonel olanla rasyonel olanı ayırt etmek sanıldığı kadar kolay değildi. 

Mülk sahipliği ile kontrol sahipliğinin ilişkisi de uzun süre tartışıldı. Halbuki bir bilene, örneğin bizim buraların Koç’una veya Sabancı’sına danışılması faydalı olurdu. İşin hiç de ilginç olmayan yanı şuydu ki mülkün ve kontrolün asıl sahibi neyi nasıl yapacağını çok iyi biliyordu.

Aile, şirketi gerçek anlamıyla yönetendi. Elbette CEO’ları, danışmanları ve vitrinde boy gösteren ekonomi uzmanları olacaktı. Sabancı, Özgür Demirtaş’ı yönetim kuruluna bile alabilirdi ama anahtarı ona asla teslim etmezdi. 

CEO’lar zaman zaman hiçbir yetkilerinin olmayışından yakındılar, zaman zaman ve umut vadedenleriyse aile üyeleriyle evlendirildiler. Çünkü aile mülkün temeli ve garantisiydi. Gerçek yönetim kurulu başkanı ancak bir aile ferdi olabilirdi. Gerçek kararı sadece aile verirdi.

Bu “gerçek keynesyenler” kapitalizmin anarşik düzeninde bir “ekstra”ya ihtiyaçları olduğunun farkındaydılar.

Aynı özeni devletle görüşmelerinde de gösterdiler. Pazarlıklara CEO’yu değil, Mustafa Koç’u ve sırayla ailenin en büyüğünü yollama geleneğini devam ettirdiler.

“Tek adam yönetimi” mi? Gerçek tek adam yönetimi için asıl buraya bakılmalıydı. Şirketler, vakıflar, damatlar… Diğeri, ne gördüyse onu uyguluyordu.

Yoksulun kanından beslenenler, kendilerini ancak kan bağıyla koruyabileceklerini düşünüyorlardı.

Ne yapıyorlardı? “Etkili” yönetiyorlardı. Ticaretten ve kârdan iyi anlıyorlardı. Otorite ve disiplin için işsizliği, yoksulluk tehdidini kullanıyorlardı. 

Birinin avukatlar ordusu, diğerinin bir de ayrıca polisi vardı. Ülkeyi nasıl paylaştılarsa orduyu da öyle paylaşıyorlardı.

Biri Koç AŞ.’yi diğeriyse Türkiye AŞ.’yi yönetiyordu.