Sahel’in ve Afrika’nın emperyalizmden kurtulurken bir başka barbarlığın pençesine düşmesini önleyecek yeni Lumumbalar’a, Sankaralar’a ihtiyacı var.

Emperyalizmin arka bahçeleri, bahçelerin bekçileri ve Fransa’nın 'Afganistan'ı

ABD on yıllarca süren işgalin ardından Afganistan’dan çekiliyor. Milyonlarca Afgan emperyalist sömürünün paslı mengenelerinden çıkıp gericiliğin vahşi karanlığına sürüklenmenin dehşeti içinde olup biteni izlerken, yüzbinlercesi ülkenin sınırlarına doğru harekete geçti bile. ABD çekilirken yerine düşük ücretli, sigorta istemeyen, ülkesinin kaynaklarını hesapsızca soğurmakta kullandığı iktidarını sürdürmek için patrona hizmet etmeye mecbur ve yapı kooperatifi misali “sınırlı sorumlu” bir bekçi bırakıyor. ABD’nin çocuklarının yaşamı değerli. Yerine bırakacağı bekçinin elinde ise sistemli biçimde yoksullaştırılmış ve seçeneksizlikle harmanlanmış karınca dualarıyla ölmeye koşullandırılmış bir çocuk kitlesi var. Afganistan şimdiden dünyanın vicdan sahibi sakinleri için hüzünlü bir öykü. Şayet ülkemizin yazgısını emperyalizm ve suç ortaklarından bağımsız belirleyecek aşamaya bir an önce gelemez isek Türkiye’nin emekçi halkı için de hüzünlü bir öykü haline gelecek.

Afganistan’a bakmak, bakarken kaygılanmak, halkların ve insanlığın geleceğine dair düşünmek ve emperyalizm kalfalığına karşı çıkmak yerinde ama yeterli değil. Zira yeryüzünde Afganistan tek değil. Benzer öykülerin kurgulandığı başka alanlar var.  

Örneğin, Afrika’daki Büyük Sahra çölünün güneyinde uzanan kuşakta bir dizi ülke var. Bu bölge “Sahel” olarak adlandırılıyor. Sahel tam da bizlere “sahil” sözcüğünü çağrıştırdığı gibi Arapça bordür, sınır gibi anlamlara geliyor. Sahra çölünün Afrika’nın geleneksel savan alanlarıyla buluştuğu bir sınır bölgesi.

Coğrafi tanıma göre yaklaşım 7 milyon kilometrekare büyüklüğündeki Sahel bölgesinde toplam nüfusu 135 milyona ulaşan  tam 10 ülke bulunuyor: Senegal, Gambiya, Gine-Bissau, Burkina Faso, Mali, Moritanya, Nijer, Çad, Sudan ve Eritre. Politik bakımdan yapılan sınıflamada ise Sahel’den söz edince bunların beşi öne çıkıyor. Hatta bu sınıflamanın bir de örgütsel yapılanması var: G5 Sahel. Örgütün mottosu “Güvenlik ve Kalkınma”. Esasen birinci kavram bu yapılanmanın var olma sebebi. 

G5 Sahel’in üyeleri, Burkina Faso, Mali, Moritanya, Nijer ve Çad. Bu beş ülkenin de ortak özellikleri Müslüman nüfuslu ve Fransa’nın eski sömürgeleri olmaları. Bir dönem ağırlıkla Kuzey ve Batı Afrika’da yoğunlaşan geniş bir sömürge imparatorluğuna sahip olan Fransa’nın Afrika’yla girift ilişkileri etiket değiştirerek de olsa devam ediyor. Bir başka deyişle siyasi sömürgecilik kavramına artık rastlayamasak da ekonomik ve kültürel bir hegemonya yerli yerinde duruyor. Bu hegemonyanın en somut örneklerine işte bu G5 ülkelerinde rastlayabiliyoruz. 

Üye ülkelerin tamamında değişen oranlarda güvenlik tehdidi mevcut. Bu tehdit tahmin edebileceğiniz gibi kuzeyde, Sahra Çölü’nün kapladığı veya komşu olduğu alanlarda bir hayli ciddi. Tehdidin kısa adı ise İslamcı terör. Şimdi kavramı görüp darılacaklara, “terörün dini, mezhebi olmaz” diye sızlanacaklara anımsatalım: Bu ismi ben takmadım “adamlarınız” öyle diyor. Okuyunca göreceksiniz.

Sahel’deki İslamcı terörün kökenlerini araştırdığınızda karşınıza ilk olarak bir dönem Cezayir’i, rejimin de etkin katkılarıyla, kana ve dehşete boğan GIA (İslamî Silahlı Grup)’nın liderlerinden Mokhtar Belmokhtar çıkıyor. Belmokhtar 1995 yılında Ben Laden’den aldığı destekle “tekfircilikle” itham edilen, biz anlayacağımız dille söylersek yeterince köktenci bulunmayan GIA’dan ayrılıp GSPC’yi (Vaaz ve Kavga için Selefi Grup) kuruyor. Bu yapılanmalara özgü itiş-kakış, arada Cezayir Ordusu’nun vurduğu sert darbeler, Ben Laden’le ayrı düşmeler derken Belmokhtar kendi kurduğu GSPC’yle anlaşmazlığa düşüp kendisine bağlı bir grup İslamcı ile birlikte bir süre ortadan kayboluyor. Ortadan kayboluyor derken aslında Büyük Sahra Çölünün içinde izini kaybettiriyor. Belmokthtar’ın yeniden sahneye çıkışı 2005 yılında Moritanya’da gerçekleştirdiği kanlı bir kışla baskını. Bu baskının “başarısı” cihatçı alemde genel olarak itibarını arttırdığı gibi Ben Laden ve diğer El Kaide liderlerinin de takdirini topluyor ve 2007 yılının başında AQMI (İslamî Mağrip’te El Kaide) kuruluyor.

Cezayir’de zemin kazanamayan, hatta yenilgiye uğratılan AQMI Moritanya’dan Çad’a kadar uzanan bölgenin kuzeyinde ise, buradaki devletlerin yapısal zaaflarından yararlanarak belirli bir alan hakimiyeti tesis etmeyi başarıyor. Tarihçeyi çok uzatmayalım, AQMI’nin ve onun ardılı olarak nitelendirilebilecek Selefîlik iddiasındaki örgütlerin asıl başarısı, Sahra’nın ve Sahel’in yerli halklarından Tuaregler’in kendilerine pek de insanca davrandığı söylenemeyecek yönetimlere karşı yürüttükleri özerklik/bağımsızlık mücadelesine önce sızmaları, sonra da onları kendi çizgilerine çekmeleri oluyor. 

İslamcı terör örgütlerinin güçlenmesi, başta Mali olmak üzere, alan hakimiyeti sağlaması siyasi, kültürel ve mali bakımdan bağımsızlık sonrasında da Sahel’de ağırlığı hissedilen Fransa’nın bu kez doğrudan askeri müdahalesine neden oluyor. 2013 yılında AQMI ve şürekası Fransa’nın saldırısı sonucu  Mali’nin kuzeyinde alan hakimiyetini terk ederek geri çekiliyor ama pes etmiyor. Fransa’nın askeri baskısı azaldığı anda Mali Ordusunu yenilgiye uğratıp başkent Bamako’yu dahi tehdit edebilecek kadar güneye inebiliyor. 

Fransa askeri müdahalesini iki uluslararası kılıfa uydurmayı ihmal etmiyor. Bunlardan birincisi BM Güvenlik Konseyi kararıyla 2013 yılı Nisan’ında oluşturulan MİNUSMA (BM Mali’de İstikrar için Bütüncül Çok boyutlu Misyonu) ve yine aynı yıl oluşturulan AB Eğitim Misyonu (EUTM).

Peki Fransa Sahel’de ne arıyor? Bir şey aramıyor zira bölgede ne olduğunu biliyor zaten. Fransa askeri anlamda bir nükleer bir güç olduğu kadar enerji üretimi bağlamında da nükleer bir güç. 2016 rakamlarına göre ülkede elde edilen elektriğin yüzde 72’si nükleer santrallerde üretiliyor. Fransa’nın enerji alanında ve askeri planda özerkliğini koruyabilmesi için uranyuma ihtiyacı var. Fransız enerji şirketi AREVA’nın toplam üretiminin üçte biri işte bu bölgeden geliyor. Burada bir parantez açalım. Şayet uranyumu kendiniz çıkartmıyor ve zenginleştiremiyorsanız elalemin teknolojisiyle nükleer santral kurmak ve ithal uranyumla çalıştırmak hiçbir derde deva olmadığı gibi, şayet gübre fabrikasının veya termik santralin atığını denetle(ye)meyecek ölçüde yolsuzluğa batmış ve sorumsuz bir yönetim anlayışına sahipseniz başınızı belaya sokmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Fransa’nın Sahel’de işi kolay değil. Bağımlılık ilişkisine halel gelmesin diye olgunlaşmasına izin vermediği ve kurumsallaşamayan devletlerle işbirliği yapmak İslamcı örgütlenmenin ve terörün yayılmasını önlemiyor. Sömürü denklemi bozulmasın, Fransa tarafından şekillendirilen sözde elitlerin iktidarı sürsün diye yoksul ve cahil bırakılan kitleler Fransa güdümünde kör-topal işleyen devletlere karşı herhangi bir aidiyet duygusu taşımıyor. 

Günümüze gelirsek; Fransa yakın zamanda çifte darbe yapan Mali ordusuyla “işbirliğini” askıya aldı ve hiç değilse görünüşü kurtarma kaygısından da sıyrılarak gerçek bir işgal gücü gibi “anti-terör” harekatlarını bölgede bulunan 4500 askeriyle kendi başına yürütmeye başladı.

Fransız kamuoyu artan askeri kayıplar sebebiyle bölgeden çekilmeyi de tartışıyor ama bunun yakın vadede mümkün olabileceğini, Fransız sermayesinin bölgedeki hayatî çıkarlarını terk edebileceğini sanmıyorum. Fransa’nın bölgeden çekilmek zorunda kalması durumunda G5 ülkelerindeki rejimlerin geleceği pek de aydınlık olmayacak, Sahel’e cihatçı çetelerin hâkim olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Bir de bölgenin hemen altında benzer nitelikteki Boko Haram’ın faaliyet gösterdiğini hatırlarsak Sahel ve daha güneyde yaşayan Afrika halklarını en az bugünkü kadar çetin günlerin beklediğini söylemek falcılık sayılmaz.

Sahel’in ve Afrika’nın emperyalizmden kurtulurken bir başka barbarlığın pençesine düşmesini önleyecek yeni Lumumbalar’a, Sankaralar’a ihtiyacı var. Tıpkı Afganistan’ın da emperyalist işgal sonrasında kan dökücü, kadın ve insanlık adına yaratılan her güzelliğin düşmanı Taliban’a veya yöresel savaş ve uyuşturucu baronlarına değil, ülkeyi geleceğe taşıyacak ilerici kadrolara ihtiyacı bulunduğu gibi. 

Bulunduğumuz yerden Afganistan yakın, Mali veya Sahel’in bütünü bize uzak görünebilir ama bu doğru değil. Asya’da, Afrika’da, ne de başka bir kıtada hiç kimsenin sömürülmediği, karanlık dünyalara hapsedilmediği, aslında birbirlerini tamamlayan iki kötülük arasında seçime zorlanmadığı bir dünya kurmak zorundayız. 

Kuracağız da…