Sürekli aynı filmi görüyormuşuz duygusu yaşanmaz, devlet tarafından ihale edilen hastaneler, okullar, fabrikalar, yurtlar kibritten inşa edilmiş binalar gibi yıkılmazdı.

Depreme sosyalizmde yakalansaydık

Emekçi halkımızın uğradığı tarifsiz felaketi yaşıyoruz.

Herkes az çok, hatta en sağ ideolojilerden etkilenenler bile, deprem felaketinin boyutları ile düzen arasında bir ilişki kurabiliyor.

Aslında kapitalizm her gün orada burada hayatları karartır, kimi iş kazasında ölür, kimi servisle işe giderken, kimi yaşamının anlamını yitirir, kimi uzun süreli işsiz kaldığı için yaşamını söndürür. Görmesini bilmeyen biri bu sürekli toplumsal kaybın kapitalizmle ilişkisini kurmakta zorluk çeker.

Ama şimdi 200 bin civarı insan enkaz altında öylece kalınca tokat yemiş gibi olduk. Aradaki ilişkiyi görmemek imkânsız hale geldi, düzene dair sorgulama yükseldi.

Bu sorgulamanın yapıldığı çok sayıda yazı yayınlanıyor, düşünceler sosyal medyada dolaşıyor.

Bu yazıda ise tersinden işletelim süreci ve Türkiye eğer 1989’da tepe yapan Bahar Eylemleri esnasında sosyalizme geçseydi, süreç nasıl işlerdi diye bakalım.

Geçebilir miydi?

Bu tartışma çok yararlı değil ama eğer Sovyetler Birliği’inde işçi sınıfı karşı devrime teslim olmak yerine devrimci bir atılımı gerçekleştirebilseydi, döneklik dalgası dünyaya yayılmasaydı, Türkiye’de devrimci özne gücünü koruyarak sosyalist devrimi başa yazabilseydi vb.

Bunu geçelim, zihinsel bir deney yapıyoruz.

Bir kere üzerimizden geçen ve emekçi halkın yaşamına saldırı anlamına gelen neo-liberal dalganın sonuçlarını yaşamak yerine şimdi 7. Beş Yıllık Planlama dönemi içinde olurduk.

1999 Körfez Depremini henüz 2. Beş Yıllık Planlama döneminde karşıladığımız halde, depremin sonuçları farklı olurdu. Planlar çünkü bilimsel olarak üretilmiş, fay hatlarına ve deprem olasılıklarına göre inşaat yapma ilkeleri belirlenmiş ve buna uyulmuş olurdu. Fay hattı üzerindeki sanayi tesislerinin daha güvenli yerlere taşınması işlemine başlanılırdı.

Deprem hakkında yana yakıla uyarı yapan jeoloji hocaları kendilerine televizyon kanalı bulmak zorunda kalmazlardı, zaten beş yıllık planların başlıca unsuru olurlardı.

1999 Depreminde sosyalist hükümet enkaz altında daha insanların cesetleri soğumadan IMF’nin ve Dünya Bankası’nın projesi olan “Mezarda Emekliliği” emekçilere dayatmazdı. Emperyalizmin uzantısı olmamayı bir yana bırakın sosyalizmin burada giremeyeceğimiz kadar gelişkin bir emeklilik kurgusu vardır çünkü.

Van depremi, İzmir depremi, Elâzığ depremi…

Sürekli aynı filmi görüyormuşuz duygusu yaşanmaz, devlet tarafından ihale edilen hastaneler, okullar, fabrikalar, yurtlar kibritten inşa edilmiş binalar gibi yıkılmazdı.

Devlete ait inşaat birimleri piyasaya bağlı olarak çalışmadıkları ve başlarında kısa vadeli çıkarlarından başka bir şey düşünmeyen bir patron olmadığı için sadece ve sadece emekçilerin mutluluğu ve refahını gözetirlerdi. Olası en yüksek büyüklükteki depremlere dayanıklı konut inşa edilirdi. Rüşvet ve komisyonculuk tepeden tırnağa yaşamın doğal hali olarak kabul edilmez, insanların yaşamları üzerinden kazanç sağlamak büyük bir ahlaksızlık olarak görülür ve istisnai durumlar en ağır şekilde cezalandırıldı.

Sadece bu kadar basit değil, 30 yıl içinde toplumun ve kentlerin yapısı büyük ölçüde değişmiş olurdu.

Örneğin, Gaziantep ve Kahramanmaraş’ta bugünkü gibi şişmiş ve ucuz emek gücü ile güvencesiz çalıştırılan yüz binlerce işçiye rastlanmazdı. Özal’dan AKP’ye yönetilen büyük yağma gerçekleşmemiş olurdu, devlet fabrikalarının korunduğunu, işçilerin güvenceli ve nitelikli bir emek sürecinde çalıştığını izlerdik.

Devlet eliyle yeni ve modern fabrikalar kurulur, her fabrika beş yıllık planlar doğrultusunda kendi lojmanı, sağlık, eğitim, kültür ve dinlenme tesisleriyle birlikte inşa edilirdi. Emlak bir yatırım ve piyasa unsuru olmaktan çıkar, tamamen kamusal bir sürece dönüşürdü.

Gaziantep başta olmak üzere bölgenin nüfusu göçle şişmez, Türkiye’nin emperyalist komploya katılımı nedeniyle yaşanan Suriye göçü söz konusu olmazdı. Ama sosyalizmin üretim birimlerinde Ortadoğu’dan gelen ve ortak anlaşmaların gereği olan birçok bilim insanı, mühendis, sanatçı, eğitimci bulunurdu.

Emekçi halk zaten her süreci izleyebilir ve denetleyebilir mesafede olurdu. Bugün köle gibi çalıştırılan emekçiler hangi dolandırıcıyı seçeceğimize indirgenen seçimlerde beş yılda bir oy vermek yerine soğan halkaları gibi iç içe geçmiş meclislerde anlık olarak yürütmeye katılırdı.

Dolayısıyla üretim, inşaat, eğitim ve sağlık gibi süreçler an be an bölge halkının denetimine tabi olurdu.

Sosyalizmde nüfusu küçük ama midesi büyük bir asalak sınıf olan sermaye ortadan kalkacağı için bütçe olanakları çok gelişirdi. Büyük bir felaket fonu oluşur, olası senaryolara göre devlet çadırdı, gıdaydı, enerjiydi, ne gerekiyorsa fay hatları boyunca depolarda bulundururdu. Deprem tatbikatları geçenlerde yapıldığı gibi komik derece fiyasko olmaz, büyük bir ciddiyetle gerçekleştirildi. Bugün olduğu gibi çıkar kavgası nedeniyle hükümet, belediyeler ve ordu arasında eşgüdümsüzlük olmazdı.

Daha çok şey söylenebilir, sosyalizm engin konu.

Şimdi sadece İstanbul ve civarında yaşayanların değil, bu ülkede yaşayan herkesi dibe vurduracak İstanbul depremine hızla yaklaştığımız görülüyor.

Neden İstanbul depremini sosyalizmle karşılamayalım?

Bu ülkede düzen içi “muhalefet” olmayan, devrimci olduğu kadar ne yapacağını bilen, bir programı olan bir özne var neyse ki.

Neden bu korkunç felaketten sonra aynısını kader gibi beklemektense yüzümüzü sosyalizme çevirmiyoruz?