Avrupa’yı merkeze alıp olaylara sadece o cepheden bakınca gelişmeler en az Türkiye’deki kadar bulanıklaşıyor. Gerçekler ise kapalı kapılar ardında sıkı sıkıya gizlenmeye çalışılıyor.

Deport

Geçtiğimiz hafta 10 ülkenin (ABD, Almanya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, İsveç, Kanada, Norveç ve Yeni Zelanda) büyükelçileri sosyal aktivist Osman Kavala’nın serbest bırakılması için ortak bir bildiri yayınladı. Bildirinin içeriğine detaylarıyla girmeyi düşünmüyorum, konuyu takip edenler içeriğin ne olduğunu gayet iyi biliyor. Yazıyı kaleme alırken sahne önündeki bu krizin kendi terminolojisini kullanacağım. Osman Kavala’nın bir sosyal aktivist olması benim ona yakıştırdığım bir sıfat değil. Avrupa, binlerce tutuklu muhalifin içerisinden bu rütbeyi sadece ona layık görmüş. Öte yandan Türkiye’deki medyaya gelecek olursak, ekonomik kriz içerisindeki ülkenin nur topu gibi yeni bir krizi oldu ve bu krizi etkisizleştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Vatandaşın krizi kavramasını engellemek için kelimenin Türkçe karşılığı yerine ‘deport’ ifadesi kullanılıyor. Erdoğan, 10 elçiyi ‘deport’1 ediyor; bu cümleden kimin ne anladığı tartışmalı.

Yine elçilerin açıklamasının zamanlaması ayrıca tartışılabilir. Erdoğan için bunun büyük bir fırsat olduğu da söylenebilir. Ekonomik krizin, küresel bir saldırıya bağlanması senaryosunun elçilerin yaptığı bu ortak açıklamayla, Erdoğan’ın etkilediği kitle tarafından inandırıcılığını arttıran bir etken olduğu tartışılmaz. Erdoğan, krizi fırsata dönüştürmedeki maharetini en kırılgan dönemde yapmaya çalışıyor, elçileri sınır dışı edeceğini (istenmeyen adam ilan edeceğini) ya da medyanın çok sevdiği tabirle ‘deport’ edeceğini ilan etti. Merak etmeyin, elçileri paldır küldür veya yaka paça sınır dışı etmiyor-edemez. Erdoğan, elçileri ‘istenmeyen adam’2 ilan edeceklerini duyurdu. Bir sahne şovu sırasında öylece söyleyiverdi. Gelelim tüm bu fırtınanın yarattığı toz bulutunun görüş açımızı engelleyen boyutlarına. Avrupa, uzun bir süredir Türkiye’nin hem Demirtaş hem de Kavala hakkındaki mahkeme kararlarına uymasını bekliyor. Kimilerine göre Erdoğan’ın elindeki mülteci kozundan dolayı fazlasıyla beklemiş görünüyor AB. Mülteciler işin bir boyutu ama Avrupa ve Türkiye arasındaki tek bağlayıcı etken değil. Doğal olarak kapitalist bir dünya düzeninde en belirleyici etken ise karşılıklı ticaret ve sömürü ilişkisi. Elçiler krizi yaşanmadan önce Angela Merkel ve Recep Tayyip Erdoğan son kez Huber Köşkü’nde bir araya geldiler. DW Türkçe kaynaklarına göre demokrasi yıldızı Merkel, görevi bırakmadan önce Erdoğan’ı uyarmak istemişti. Ne konuda? Tutuklu Alman vatandaşları ve baskı altındaki muhalefet konusunda. Muhalefeti zerre umursadıkları yok, bu noktadaki masalları bir kenara bırakalım artık. Yapılan ortak basın açıklamasının kodları Merkel’in imajını zedelemeyecek şekilde deşifre edildi ve Erdoğan yine söz dinlemeyen aksi çocuk muamelesi gördü. Avrupa’yı merkeze alıp olaylara sadece o cepheden bakınca gelişmeler en az Türkiye’deki kadar bulanıklaşıyor. Gerçekler ise kapalı kapılar ardında sıkı sıkıya gizlenmeye çalışılıyor.

Bir dost olarak Merkel’in ciddi krizler karşısında Erdoğan’a acı şeyler söyleyip söylemediği meselesi, böylesine ciddi bir buluşmayı halkla ilişkiler taktiği gereği sulandırmaktan başka bir şey değil. Avrupa medyasının cehaleti ve bilinçli aptallığı bunu yapmakta çok mahir. Bunu yazdığımda insanlar belki ‘yok canım, o kadar da değil’ tepkisi veriyorlar ama Avrupa’daki konvansiyonel medya ile ‘A-Haber’ arasında ne gibi bir ayrım yapılabilir gerçekten bilemiyorum. Gelelim işin esaslı bölümüne. Merkel, giderayak yine Erdoğan rejimine güçlü bir meşruiyet kazandırmak istedi. Altın varaklı tahtın yerini golf arabası almış gibi görünse de basın toplantısında kimi tatlı çekişmeler olsa da Erdoğan’ın Almanya açısından vazgeçilmez bir pozisyonda olduğunu net bir biçimde gösterdi Merkel.

Türkiye’de başkanlık sistemi kurulurken herkes bunu tek bir adamın arzusuna bağladı. Bunun böyle olmadığını kavramak zorundayız. Türkiye’deki rejim değişikliği başta Almanya olmak üzere Avrupa sermayesinin arzusuyla gerçekleşti. Tabii ki Türkiye sermayesi de böyle bir değişimden taraftı. Şimdilerde yine hepsi demokrasi postuna bürünmüş durumdalar. Erdoğan’ın tek misyonu ‘başkanlık’ dönüşümünü gerçekleştirmek değil, bu dönüşümü gerçekleştirirken tüm sorumluluğu üzerine almak ve esas failleri gizlemekti. Türkiye’de kimsenin cesaret edemeyeceği dönüşümlere imza attı. Bu açıdan küresel düzenin takdirini kazandı. Merkel’in son ziyareti bu çerçevede değerlendirilmeli. Erdoğan’ın en zor anında Merkel yine bir can simidi uzatarak Türkiye’de attığı tüm adımları takdirle karşıladıklarını gösterdi. Avrupa, başkanlık yolunda Erdoğan’ın yaptığı her hamlede ülke içerisindeki meşruiyetini kaybedeceğini biliyordu. Gelinen noktada, salgın sonrası yaşanan küresel ekonomik dalgalanmayla beraber Erdoğan bu meşruiyetini tamamen yitirmiş görünüyor. Takdirle izledikleri bu güçlü adam, görevden çekilme zamanının geldiğini bir türlü anlamıyor. Türkiye, tam ekonomik bir türbülansa girmişken ve daha Merkel ziyaretinin dumanı üzerinde tüterken büyük bir sabırla bekleyen batı, 10 elçinin deklarasyonuyla sabrının taştığını gösterdi. Bunu tam da ekonomik çöküşün hızlandığı bir noktada yaptılar. Erdoğan’ı ayakta tutan payandaları tek tek altından çekiyorlar. Çünkü çalışmalarından memnun oldukları bu adam onlara artık güven vermiyor.

Mülteciler meselesi ise giderek Erdoğan’ın ve AB’nin kısa vadeli çözümlerini aşıyor. İki tarafta bir türlü Suriye’deki mücadeleyi kaybettiklerini kabul etmiyor. Bir savaş sonsuza dek süremez. Ayrıca sorun sadece Suriye’den ibaret değil. Afganistan’daki dönüşüm de, iklim değişikliğinin dünya üzerindeki yıkıcı etkisi de dünyadaki göç hareketini arttıracak gibi görünüyor. Tüm bunların üzerine Avrupa’nın içindeki Türkiye’nin giderek daha da belirsizliğe sürüklenmesi Avrupa liderlerinin kâbusu olmuş durumda.3 Belarus sınırında yaşananlar, Polonya’nın mültecilere işkence ederek onları Belarus’a doğru ittirmesi Avrupa medyasında şöyle bir göründü ve geçti. Avrupa, Roma İmparatorluğu histerisine kapılmış durumda. AB çok genişledi ve son noktada Anadolu’ya kadar genişlemek istemedi. Tıpkı Roma İmparatorluğu gibi sınırlarını korumak tek ve yegâne amacı oldu. Ben bunu yıkımın bir işareti olarak değerlendiriyorum; kimse sınırlarına akın eden insanları tek başına askeri yöntemlerle engelleyemez. Ayrıca tarihin bir cilvesi olarak bakacaksak meseleye Roma’nın yağma düzeni kendi sonunu getirmiştir. Aynı sona Avrupa’nın uğramayacağının bir garantisi yok. Dünya üzerinde sömürülecek bir yer kalmadı ve insanlar doğal olarak hayatta kalma içgüdüsüyle yok edilen ülkelerinden çıkarak yeni bir hayat arıyor. Böylesine derin krizlerden geçtiğimiz bir ortamda Avrupa inandırıcılığını ve ideolojik üstünlüğünü ayakta tutmakta zorlanıyor. Aylar öncesinde hep birlikte yıkmak için toplandıkları Belarus karşısında sınırdaki görüntüler yüzünden düşünsel üstünlüklerini kaybetmiş gibi görünüyorlar. Bir tarafta çaresiz insanlara su ve yemek veren Belarus askerleri diğer tarafta bu çaresiz insanlara işkence eden AB üyesi ülkenin askerleri. Dikiş hiçbir yerde tutmuyor. Sınırları daha iyi koruyabilmek adına Ukrayna’da ve çevre ülkelerde göz yumdukları Nazi artığı iktidarlar sorunu büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Bunun Türkiye’deki yansıması farklı mı? Elbette ki hayır. Kemal Okuyan’ın son yazısında belirttiği gibi emperyalist merkezlerle yaşanan görece çekişmelerin bedelini halk ödüyor. Ayrıca yine sözde Roma İmparatorlarımızın yerine Suriye’de girişilen savaşın bedeli de çok ağır ödeniyor. Hâlâ bu savaşın içindeyiz ve hâlâ sözde muhalefeti ve iktidarı el birliğiyle bu savaşın derinliklerine inmeye çalışıyor. Bu savaşta, halkın yoksul evlatlarının Nazi artığı IŞİD teröristleri tarafından yakılması kimin umurunda? Vatan ve millet diye çıktıkları bu yolda sözde değer verdikleri o vatanın sınırlarını belirsiz hale getirdiler. Bu belirsizlik peşinden ekonomik belirsizliği getirdi.

Tehlikeli olan noktaya doğru yaklaşalım. Türkiye, NATO ülkesi sıfatıyla emperyalistlerle birlikte çökerttiği komşu ülkelerin bir replikasına dönüşüyor gibi görünüyor. Ülkenin yetişmiş gençleri ve doktorlar Türkiye’den çıkma eğilimi gösteriyor. Buradaki işaretleri sağlıklı değerlendirmek ve tehlikeyi görmek zorundayız. Erdoğan, son hamlelerini yapmaya çalışırken 10 elçinin sınır dışı edilebileceğine inanmak zor. Türkiye’nin kendi iç dengeleri böylesi bir hamleyi gerçekleştirebilir mi, bu oldukça zor bir ihtimal. Ayrıca herkes muhalefete yoğunlaşmışken sürpriz bir ismi bir anda iktidar koltuğunda görebiliriz. Amerikan ve AB basınında bunun için en uygun adayın Hulusi Akar olduğu tartışılmaz bir gerçek. Batı yaptığı bu son hamleyle Türkiye’yi olabildiğince sıkıştırdı. Merkel’in sözde iyilik timsali çabaları da buna engel olamadı. Eğer bu noktada halk örgütlenemez ve kendi kaderini tayin edemezse bu kaderi tayin etmeye hevesli güçler Hulusi Akar seçeneğini öne çıkartacak gibi görünüyor. Türkiye, ince bir ipin üzerinde ilerleyen bir cambaz gibi en tehlikeli noktaya ulaşmış durumda. Erdoğan, eğer bu 10 elçiyi sınır dışı etmek istiyorsa önünde tek bir çıkış yolu var, erken seçime gitmek ve o seçimden zaferle çıkmak.