10 Batılı ülke misyon şefinin ülkelerine geri gönderildiği senaryo sahneye konursa diplomatik planda karşılıklılık ilkesinin işletilmesi dışında neler olabilir?

İstenmeyen kişiler, kaçınılamayan gerçekler

“Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?” ifadesi Müslümanların kutsal kitapları olarak benimsedikleri Kur’an’ın Zümer Suresi’nin 9. Ayetinde yer alıyor. Oradaki bağlam farklı ama biz günlük hayatta bu ifadeyi genellikle bilginin önemini vurgulamak için kullanıyoruz. 

Sık karşılaştığımız bir başka söz ise “Cehalet mutluluktur”. Google hazretlerine bakılırsa İngiliz bir edebiyatçı olan Thomas Gray’in 1742 yılında yazmış olduğu bir şiirin dizesi bu.

Akepe Türkiyesi’nde her gün yeni bir maceraya, hatta kimi gün birden fazla serüvene yelken açıyoruz. Karşımıza yeni ifade ve kavramlar çıkıyor. Bazılarını bilmiyoruz. Bazılarını ise tam bilmiyoruz. 

Herkesin canı burnunda. Yönetenlerin sınıfı ölçüsüzce zenginleşirken yönetilenlerin her saat yoksullaştığı bir dönemden geçiyoruz. Çoğumuzun bir şeyin doğrusunu araştırmaya zamanı yok. Gördüğümüzü alıp aklımızın bir köşesine koyuyor ve yaşam kavgasına devam ediyoruz. Kur’an’daki ayet ile bir şiir dizesi arasında gidip geliyor aklımız. Yine de “en iyisi imkan varsa doğrusunu öğrenmektir, gerçek mutsuz etse de değerlidir” deyip başlıyorum bildiklerimi paylaşmaya.

“İstenmeyen kişi (persona non grata)” ilanı ne anlama gelir, süreç nasıl işler, sonuç ne olur? 

Diplomatik temsilciler bulundukları ülkede, o ülkenin yetkili makamlarının onayıyla görev yaparlar. Görevleri sırasında diğer şahısların sahip olmadığı bir takım ayrıcalık ve bağışıklıklara sahiptirler. Belirli koşullar dışında adli kovuşturmaya tabi değillerdir örneğin. Buna karşılık ev sahibi ülke, bir diplomatın normal görev süresinin bitiminden önce geri çekilmesini isteyebilir. Bunun için gerekçesi sağlam ise, gönderen ülke ile görüşür ve o diplomatın görevinin sonlandırılması sürecinin gönderen ülke tarafından başlatılmasını isteyebilir. Ya da şu sıra gördüğümüz gibi doğrudan o diplomatı “istenmeyen kişi” ilân etme yoluna gidebilir. 

“İstenmeyen kişi” ilân edilen diplomatın, bulunduğu ülkenin yasalarına aykırı hareket etmiş olması böyle kararın alınmasını kolaylaştırır ve karara meşruiyet kazandırır. Aksi durumlar yani “istenmeyen kişi” kararının keyfi bir şekilde verilmesi ise ikili ilişkilerde önü alınamayacak krizlere ve tırmanmaya yol açar. Hele ki öz kaynakları yönetici sınıf tarafından cebellezi edilmiş ve mali ve ticari bakımdan dışa bağımlı bir ülke iseniz böyle bir gerilimin faturasını önce halkınız öder. 

“İstenmeyen kişi” ilânında en çok karşılaşılan suçlama “içişlerine karışma”dır. Ne var ki, özellikle son yüz yılda bu kavramın tanımı hem değişken hem tartışmalı hale gelmiştir. Zira “egemenlik hakkı” diye adlandırdığımız kavram değişmiş ve sınırlanmıştır. “Egemenlik hakkı” uzunca bir süredir ülkenizi keyfinize göre yönetme hakkı anlamına gelmemektedir. Somut bir örnek olarak, “Padişahın kedi tüyüne alerjisi saptandığı için ülkedeki bütün kedileri öldüreceğiz” demeyi egemenlik hakkı olarak savunamazsınız. İnsanı “eşref-i mahlukat” sayan zihniyetin daha kolay anlayacağı bir örnek verirsek, siz Türkiye Büyükelçisi olarak Myanmar’daki rejime “Müslüman azınlığın haklarını çiğneme!” ve Yunanistan’a “Batı Trakya’dakilerin kendilerine Türk demelerine karışma!” dediğinizde veya İsrail’in Filistin topraklarındaki yasadışı icraatlarına karşı çıktığınızda o ülkenin içişlerine karışmış olmazsınız. Evrensel hale gelmiş kimi hukuk ilkelerine dönüş çağrısında bulunmuş sayılırsınız. 

Kaldı ki, siz şayet uluslararası mali sermayenin kırıntılarından daha çok sebeplenebilmek umuduyla Anayasanıza, altına imza atılan uluslararası sözleşmelerin getirdiği yükümlülüklerin iç hukuk bakımından da bağlayıcı olduğu hükmünü koymuşsanız, ülkenizde görev yapan diplomatların bunu hatırlatmaları ve “yasalarınızı uygulayın!” demelerini “içişlerine karışma” ve “egemenlik haklarını zedeleme” olarak değerlendirmeniz bırakın inandırıcı olmayı komik bile değildir. 

Bu tarz bir egemenlik hakkına sahip olmak için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) ve onun çatısı kabul edilen Avrupa Konseyi (AK) üyeliğinden derhal çıkmanız gerekir. Yalnız o yapıyı terk ettiğinizde örneğin Türkiye’de yıllardır birçok altyapı projesine piyasaya kıyasla çok daha uygun koşullarla finansman sağlayan AK Yatırım Bankası (CEB) kredilerine de veda etmeniz icap eder. Başka bir deyişle, “inşaat amaçlı suç örgütlerini” üzersiniz.

Bu yüzden şimdi borazan medya ve üçüncü sınıf düşünce kuruluşu görünümlü teneke kutulardan gelen “eğemenliiik, bayraaaah, dih duruuş” çığlıkları cehaletin kanıtı olduğu ölçüde ve belki de daha çok riyakârlıkla bağlantılıdır ve  yaşadığımız dünyanın gerçekleriyle örtüşmemektedir.

Teoriye dönelim. “İstenmeyen kişi” ilânı durumunda, ilgili diplomatın Büyükelçiliği’ne bir yazılı bildirim, teknik terimiyle nota gönderilmesi gereklidir. “Tiz yıkıl karşımdan!” demekle olmaz. Bu bildirimde o diplomatın “makul bir süre” içinde ülkeyi terk etmesi istenir. Bu süre 24 saat de olabilir, 72 saat veya 5 işgünü de. Şayet böyle bir durumda karşı karşıya geldiğiniz ülkeye savaş ilan etmek niyetinde değilseniz, o size zaten askeri bir saldırıda bulunmamışsa ya da o ülke sizin bir diplomatik görevlinize karşı benzer bir kötü muamele göstermemişse, o diplomatın konutuna kolluk gücü gönderip kendisini mevcutlu olarak uçağa bindirip veya Meriç kıyısına götürüp sınırdışı edemezsiniz. Böyle bir şey yaparsanız, sonra göreceğiniz oldukça sert muamele karşısında “mağdur oldum, dış güçler” filan diye zırlamalarınıza kimse aldırış etmez.

Genellikle bir ülkenin diplomatını (bu Büyükelçi de olabilir, daha alt seviyede bir görevli de) “istenmeyen kişi” ilân ettiğinizde, o ülke de buna karşılık verir ve aynı seviyedeki bir görevlinize aynı işlemi uygular. Bu teorik gerçeği içinde bulunduğumuz abes duruma uygularsak 10 ülkenin Misyon Şefini  “istenmeyen kişi” ilân etmek, o ülkelerde bulunan 10 Büyükelçinizin de bavullarını toplaması anlamına gelecektir.  

Böyle bir senaryonun ülkenin diplomatik seviyesini ve şu sıra büyüteçle görülebilen saygınlığını sırasıyla yerin yedi kat altına ve mikroskop ölçeğine düşürmek gibi önemsiz sonuçlarının yanında son derece kârlı sonuçları da olabilir elbette. Ankara’ya çekmek zorunda kalacağınız Büyükelçileri merkezde yeterince uzun süre tutarsanız, hatta bunlara yenilerini eklerseniz sağlayacağınız tasarrufla Diyanet’e bir iki zırhlı Mercedes daha tahsis edip “irşat faaliyetinize” daha da güç kazandırabilir, röntgen odalarının duvarları radyasyon geçiren yeni şehir hastaneleri inşaatı için ilave kaynak yaratabilirsiniz. 

Beklenmedik bir anda “göklerden” bir telefon gelmez ve “İrade-i Şahane”nin tam olarak uygulandığı ve 10 Batılı ülke misyon şefinin ülkelerine geri gönderildiği senaryo sahneye konursa diplomatik planda karşılıklılık ilkesinin işletilmesi dışında neler olabilir?

1) Türkiye’nin AİHM’nin kararlarını uygulamadığı gerekçesiyle Avrupa Konseyi’nden ihracı konusunda işlemekte sürecin hızlandırılacağına dair bir beyanat bombardımanı başlar. 

2) Roma’da G-20 marjında yapılacak Biden görüşmesi iptal edilmese dahi, yapılmasaydı daha iyi olurdu denilebilecek bir tonda geçer.

3) Türkiye’nin ne kadar önemli bir NATO müttefiki olduğunu söylem ve eylem düzeyinde kanıtlamaya yönelik gayretkeşlik  artar.

4) AB’nin gelecek zirvesinde Türkiye’ye yaptırımlar konuşulur, derin kaygı ve rahatsızlık ifade edilir ve hiçbir somut yaptırım kararı çıkmaz.

Bir cümle de ülkenin karartılan manzarası için sarf edelim. Yaşadığımız bu bunalım düzen içi muhalefetin iddia ettiği gibi  “teferruat” veya “dikkatleri asıl gündemden saptırma” manevrasıyla açıklanacak kadar basit değildir. Bana sorarsanız, büyük oğlum İlke’nin son derece isabetli şekilde anımsattığı gibi, Asteriks’in birçok macerasında karşılaştığımız korsan gemisinin talihsiz kaptanının kaçınılmaz son olan batırılmaktan kurtulmak için gemisini kendisinin batırmasına daha çok benzemektedir. 

Bunu aklını yitirmiş olanlar dışında herkes bilir ama yine de hatırlatmış olalım: Hiçbir halk ve ülke kişilerle kaim değildir.