İyi ve güzel şeyleri özlemek

Günlerinin kötürümlüğünü görüp de görmek istemeyen bir halk gibiyiz. Başka şeyler görmek istiyoruz. Bize iyi gelecek, azıcık teselli edecek, “buna da şükür” ya da “o kadar da değil, iyi şeyler de oluyor” dedirtecek şeyler. Haksız da sayılmayız. Her güne intiharlar, olası savaşlarla başlıyoruz. Kolektif, toplumsal gündemimiz herkesin fellik fellik kaçacağı işlerle dolu. Bireysel hayatlarımızı, gündemimizi ise sormayın: Uzunca süredir, herkesin kendi sarsıntılarını yaşadığı, kendi enkazlarının altında kaldığı koca bir ülkeyiz.

Tek sebep kötü giden bir hayatta bir yudum iyiye ve güzele olan ihtiyaç değil belki ama felsefe kitaplarını okuyup yutan Atakan tüm o çatışmaların üstüne iyi geldi. İyi geldi ve sonra da deyim yerindeyse kapışıldı. Koca bir ülke neredeyse üstüne atladı bu Atakan afacanlığının. Atakan’ın zihninin güzelliğine gölge düşürmek istemem (gerçi o “zihin” çoktan gölgelendi) ama koca bir toplum neredeyse “Daha, daha, daha” nidalarıyla talan etti onun imgesinde bulduklarını: akıl, özel olma, olgunluk gibi mesela. 

Belli, herkes tüm bunların açlığını çekiyor; aklın, özellikli olmanın, olgunlaşabilmenin. Yırtmak için mi? Olabilir. Ama açlık çekmekte haksız da sayılmazlar.

Ama... 

Kitaplar üzerine söyleşinin dolaşıma girmesinden hemen sonrasındaki reklam, satış ve pazarlama furyasına değinmeye gerek bile yok. Toplumun zihinsel olarak yapıştığı, kapıştığı her parlak olguyu, ışıltılı her insanı piyasa elbette talan edecek. Yasa böyle. Tepe tepe kullanacak piyasa, parlak, ışıltılı olan ne varsa. Ambalajlayacak, köpürtecek, pazarlayacak. Peki, Atakan’da bulduğumuz sevince gölge düşüren ne? Neden bu kadar hızlı sahiplenildi, hayranlık duyuldu ve sonra da sıradanlaştırıldı bu sevinç?

İnsanlarını, parlak, zeki çocuklarını da ancak örgütlü bir toplum korur. Öbür yasa da böyle! Yoksa piyasa alır onu ve istediği biçime sokar. Piyasanın sınırı, işçi sınıfının, emekçilerin, yani neredeyse tüm toplumun örgütlenebildiği sınırdır. O sınır geriledikçe piyasanın dediği olur. Bu kadar! Parlatmaya ve çabucak tüketmeye de ancak örgütlü bir toplum sınır çeker.

Atakan mesela, büyüyünce ne olur? En fazla? CEO? Bu geleceğe fit olacak, “vovvvvv” diyecek ne kadar çok insan var! Değil mi? “Steve Jobs’ı ne çabuk unuttun oğlum!” diye heyecanla elleri, kolları oynayacak!

Gidebileceği yeri unutan, hiç hatırlamayan, hatırlasa, aklına gelse bile hemencecik kovan bir toplumsal tarih kesitine denk geldik şu dünyada. Piyasa düzeninin dışında/karşısında gidebileceğimiz, gitmemiz gereken bir yön olduğu sanki hiç bilinmiyor. Bilinmedikçe “bu da değil” diyerek bir kenara atılıyor her güzellik. 

Ama yine de benim burada baktığım yer iyi ve güzel şeylere olan hasretimiz, özlemimiz. Hani neredeyse susamışlığımız. 

Bir çölde gibiyiz çünkü. Bir damla iyi, bir yudum güzel bir şey olsa hem çılgınlar gibi seviniyoruz hem de üstüne atlayıp neredeyse bir parçamız haline getirmeye çalışıyoruz. Yutuyoruz onu.

O, her ne ise! 

Muhtemelen İsa da mesela böyle bir zamanda çıktı ortaya. Kolektif, zihinsel bir açlık, susamışlık zamanında. Ve yani bugün, kolektif zihnimizde, düşünme o zamanlara göre az biraz ilerlemiş olmasa her özel çocuğu anında peygamber, ermiş ilan edecek durumda olurduk. Kesinlikle.  

Nasıl uzamış açlık bedeni, canlılığı, biyolojiyi kemirmeye başlıyorsa uzamış toplumsal hasret de öyle: aklı, bedeni, canlılığı ve sosyolojiyi kemirmeye başlıyor. Uzamış kolektif açlığımız, hasretimiz önümüze çıkan her şeyi ve herkesi kemiriyor. Simgeler, simgeleşen olaylar, kişiler de bundan azade değil. Tam tersine bu tüketimin çekim alanına hızla kapılıyorlar. Bir girdap gibi...

Bilmem söylemeye gerek var mı?

Var mı?

Gelin, bir son verelim bu uzamış hasrete. 

Yazıktır. Bize, hepimize.