Corona: Keynesyen haberci -1-

Keynes’in kuramsal olarak neden çok önemli olduğunu bir türlü anlayamamışımdır. Pratik ve siyasal olarak önemli olduğu açıktır ancak iktisat kuramı ve yöntemi açısından gerçekten yeniliği nerededir diye hep kendime sorarım. Keynes’in ünlü eseri Genel Teori (ya da tam adıyla İstihdam, Faiz ve Paranın Genel Teorisi) 1936 yılında yayınlandığında kamuoyunda ne kadar ilgi çekti bilemiyoruz ancak akademik dünyada fırtına kopardı. Kendi fakülte arkadaşlarından bazıları bile ilk elden bir tür sapkınlık olarak gördükleri öğretiye cepheden hücum ettiler. Bunlardan bazıları yıllar sonra Keynesyen olacak ve nedamet getireceklerdi. Karşı çıkış ve aşağılamalar ortak bir temaya dayandırılıyorlardı; kapitalist piyasaların kendi kendilerini, dışarıdan bir yardım olmadan, onarabilme yetisine karşı güvensizlik genel kabul gören ve iktisat fakültelerinde has iktisat bilimi diye anlatılan dogmaya göre cezalandırılması gereken bir tür sapkınlıktı. Nitekim Hayek türünden azgın burjuva keşişlerinden Cambridge ekolünden daha sağduyulu iktisatçılara kadar geniş bir cephe tepkisel olarak reddiye geliştirdi; hatta tepki reddiyeyi aştı ve aşağılamaya kadar uzandı. Örneğin Milton Friedman ve Arnold Harberger türünden düzeninin en gaddar savunucularını yetiştiren Şikago Okulu’nun kurucularından Frank Knight’a kitap hakkındaki fikirleri sorulduğunda “Bay Keynes yeni ve doğru olan pek çok şey yazmış. Ama yeni olanlar doğru, doğru olanlar ise yeni değil” demiştir. Aşağılamıştır. 

Aslında Keynes’in kimilerine göre iktisat politikasında ve iktisadi düşüncede devrim yaratan eseri günü kurtarma amacını taşımaktadır. Üstelik önerilen de Knight’ın dalga geçerek iddia ettiği gibi yeni değildir, Keynes’in temel önerileri halihazırda derin bir birikim krizi yaşayan kapitalizmi düze çıkarmak için başka iktisatçılar tarafından kitabın yayınından hemen önce hükümete önerilmişti zaten. Keynes bu önerileri sistematik hale getirdi ve bunu yaparken yine türdeşlerinin görmek istemediği bazı kaçınılmaz eğilimleri teşhis etti. Üstelik bu eğilimler kendisinden önce pek çok sıradışı ve münafık iktisatçı tarafından tespit edilmişti zaten.

Başlarken kapitalizmin eğilimsel olarak istikrarsız olduğunu ve dolayısıyla burjuva iktisadının iddia ettiği gibi tüm kaynakların tam istihdamını kendiliğinden sağlayamayacağını belirterek başladı. Daha önce başkaları söylemişti ancak Keynes’in mahallesinde uzunca süredir böyle münafık fikirler duyulmuyordu. Velhasıl kelam kendi zamanın burjuva iktisadı aksini söylese de gönülsüz işsizliğin bir vaka olduğunu ve üstelik eğilimsel olarak sürekli bir durum olabileceğini tespit etmiş oldu.

Kapitalizm işsizliğe yol açar ve işsiz geniş bir kitle yaratır; çünkü özellikle zenginler ve servet sahipleri eğilimsel olarak kazançlarının bir bölümünü harcamak yerine tasarruf ederler. Fukaralar ise ne var ne yok ise harcar. Böylece talep zorunlu olarak üretim potansiyelinin gerisinde kalır. Neticede düşük talep düşük istihdama yol açar. Üstelik dönemin hakim burjuva iktisadiyatının öngördüğü gibi gönülsüz işsizlik ücretlerde bir düşüşe, ve devamında istihdamda bir artışa da yol açmaz. Ücretleri düşürmek talebi daha da düşürmekten başka bir işe yaramayacaktır; zaten parasal ücretleri düşürmek işçi sınıfının verili örgütlülüğünde pek de mümkün değildir.

Üstelik Keynes’in eseri okumuş ve aydınlanmış burjuva politikacılara ve bürokratlara yönelik sağduyulu bir çağrıdır. Kapitalistlere yönelik doğrudan bir çağrı değildir. Peki talebi, ve dolayısıyla üretimi, ve nihayetinde istihdamı arttırmak için ne yapılmalıdır? Keynes dönemin siyasi tartışmalarının yükselen ateşi içinde bir yerlerde siyasi tercihini ortaya koymuştu. “Am I a Liberal?” (Ben bir liberal miyim?) başlıklı bir manifestoda açık bir şekilde pek tabii ki radikalizmi yükselen işçi sınıfının karşısında ve eğitimli liberal burjuvazinin yanında olduğunu açıkça deklare etmiştir. Dolayısıyla talebi yükseltmek için kapitalistleri siyasi zorla tehdit ederek ya da üretimi onların yerine planlayarak ücretleri ve talebi, yükseltme opsiyonu Keynes’in nadide burjuva zihni için fazlasıyla günahtır. Geriye sadece devletin para ve maliye politikaları kalmaktadır. Para politikası aracılığıyla faizi düşürmek ve yatırımı yükseltmek; aklına ilk bu gelmiş olmalıdır. Böylece söz geçiremediği kapitalistler en azından yatırıma yönlendirmiş olacaktır. Ancak hemen burada sıradan bir burjuva liberalin kapitalistlere karşı duyduğu hoşgörü ve utangaç bir tevazu işe girişir. Keynes para politikasının bir sınırı, ve dolayısıyla hükümetin faizler aracılığıyla kapitalist yatırımları etkileyebilme yetisinin bir sınırı olduğunu belirleyiverir. Kapitalistler bürokratik mekanizmanın keyfince yönlendiremeyeceği özgür hayvani içgüdülere sahiptirler. Bırakın kapitalistler özgür olsunlar. Geriye sadece maliye politikası kalıyordu. Hükümet ya doğrudan harcamalarıyla ya da talebin asli unsuru olan yoksullara ve emekçilere aktarımlarla talebi arttırabilirdi kuşkusuz. Ancak bu harcamalar nasıl karşılanacaktı? Aslında eğer gökten zembille kaynak inmeyecekse bu harcamaların nereden karşılanacağı belliydi; servet, sermaye ve mülk sahipleri vergilendirilecekti. Oysa Keynes sınıfına o kadar sadıktı ki bu zorunluluğu apaçık telaffuz etmekten bile çekindi. O çekindi ancak sonraki Keynesyenler daha cesurdu. O açık bütçe finansmanına bir süre katlanılabileceğini ima etti. 

İşte çözümü buna benzer bir şeydi. İlk açıklandığında burjuvazinin has bilimi olarak iktisat topyekün reddiye geliştirdi. Keynes de kitabın basımından sonra zamanının çoğunu yazdıklarını bir ona bir buna karşı savunmakla geçirdi. Ancak onun günü II. Dünya Savaşı biterken geldi. 

Kapitalist dünya deflasyonist bir birikim krizinin esiri olmuş durumdayken bu pratik öneriyi ortaya attı, önemli olduğu açıktır. Zeki, öngörülü ve rafine bir burjuva düşün adamıydı. Öngörü ise özellikle sermayenin miyopluğundan nasibini almış burjuva liberallerinde pek bulunan bir meleke değildir. Üstelik öngörüsünü geniş kitlelere duyuracak pozisyonlarda bulunma şansını da iki defa yakaladı. İlkinde I. Dünya Savaşı sonrası yenilmiş Almanya’ya çıkarılacak faturaya karar verecek Paris Barış Konferansı’nda İngiliz delegasyonunda görevliydi. Bu Konferans Almanya’ya Versailles’de dayatılacak şartları hazırlamak için düzenlenmişti. Emperyalist nobranlığın her adımında kendini ele verdiği Konferansa Almanya’dan da bir delegasyon çağırmak kimsenin aklına gelmemişti. Keynes Almanya’ya dayatılacak ekonomik yaptırımları ve savaş tazminatlarını görüşen komisyonda görevliydi.

Almanya’ya dayatılacak ekonomik ve siyasal şartlar konusunda konferansı yönlendiren üç ülkenin üç farklı vizyonu vardı. ABD Başkanı Wilson daha sonra meşhur 14 notasında cisimleşecek garip ancak burjuva gerçekçiliğine uymayan idealist bir liberal dünya düzeni tahayyülünden hareket etmekteydi. Onun tam karşısında birleşik Alman İmparatorluğu ortaya çıkalıberi Alman saldırganlığından mustarip Fransa’nın rövanşizmini temsil eden Clemenceau’nun safkan gerçekçiliği vardı. Clemenceau şartların Almanya’yı bir daha ayağa kalkamayacak duruma getirecek sertlikte olmasını istiyordu. Bir de bu ikisinin arasını bulmaya çalışan İngiliz pragmatik liberalizminin soysuz temsilcisi Lloyd George vardı. O bütün planlarını İngiliz hegemonyasının uzun vadeli çıkarlarını sağlamlaştırma üstüne kurmuştu. Bu planlar kısa vadede Wilson’un naif liberalizmi yerine Fransız gerçekçiliğiyle uyuşuyordu. Dolayısıyla İngiltere için de temel hedef Almanya’yı bir daha büyük güç olmaya yeltenemeyeceği bir duruma indirmek oldu. Bu minvalde savaş tazminatını ve ekonomik yaptırımları belirleyen komisyonda Almanya’ya büyük bir fatura çıkarılması gerekliliği genel kabul görüyordu.

Keynes ise bu görüşe daha baştan karşıydı. Nitekim aylar süren çalışmanın ardından istifa etti ve İngiltere’ye döndü. Döner dönmez de Barışın Ekonomik Sonuçları başlıklı kitabını çabucak yazdı ve yayınladı. Kitap İngiltere’de pek dikkat çekmese de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Almanya’da çok satan (best seller) oldu. Çünkü daha o zamanlarda mayalanan ve yükselişe geçen Alman aşırı sağının arkadan bıçaklanan Almanya tezine oldukça uygun mesajlar içermekteydi. Kitapta Almanya’ya dayatılan şartların oldukça ağır, hakkaniyetsiz ve onur kırıcı olduğunu belirtti. O kadar ağırdı ki bu barış anlaşmasını bir Kartaca Barışı’na dönüştürmüştü. Kartaca Roma ile dört Pön Savaşı yaptı, hepsinde yenildi. İlk üç yenilginin herbirinden sonra Roma Kartaca’ya öyle onur kırıcı şartlar dayattı ki anlaşmanın üstünden 20 yıl geçmeden Kartaca yeniden silaha sarılmak durumunda kaldı. Keynes de Almanya’nın bu ağır şartlar karşısında 20 yıl geçmeden yeniden silaha sarılacağını ima etti (Çok ilginçtir kitap 1919 yılında basıldı, 1919’dan 20 yıl sonrası ise 1939’a denk gelmektedir). Zaman Keynes’i haklı çıkardı. 

[Devamı bir sonraki yazıda…]