Kuleyi kim dikti, havalimanını kim yaptı...

Geçtiğimiz hafta Ankara yakınlarında yaşanan bir trafik kazasında dört işçi hayatını kaybetti. Gazetelerde çıkan haberlere göre yüksek gerilim işinde çalışmak için Antalya'ya gidiyorlardı. Dördü de Gölköy'lüydü ve gazetelerde yüksek gerilim diye geçen iş gerçekten yüksek bir işti. Ama yükseklik gerilimle değil kuleyle ilgiliydi.

Ordu'ya bağlı Gölköy yüksekte çalışan işçilerin memleketi... Kule işçileri onlar. Çok az insanın çıkmaya cesaret edeceği yüksekliklerde büyük bir maharet ve ustalıkla kule örebiliyorlar. Keşke herkes bir kez görse nasıl çalıştıklarını... Çıkmayan bilmez o kuleleri. Aşağıdan baktığınızda size sabitmiş gibi gelen kulenin rüzgarda bir oraya bir buraya sallandığını da kimse tahmin etmez.

Türkiye'de bazı ilçe madenci yetiştirir, bazısı duvar ustası, bazısı marangoz, bazısı aşçı... Gölköylüler de kule işçisi olur. Aynı kazada ölen baba oğul bunun kanıtıdır. Babasıyla birlikte 19 yaşında Antalya'ya enerji kulesi örmek için giderken hayatını kaybeden delikanlıdan daha iyi hiçbir şey anlatamaz bunu... Kule işçiliği onun kaderidir. Tıpkı babasıyla aynı madende çalışan işçi ya da annesiyle aynı tezgahta halı dokuyan, konfeksiyonda çalışan genç kadın gibi.

Annesi babası işçidir. Kendisi de işçi olacaktır.

Kader olan coğrafya değil doğduğun ev, taşıdığın soyisimdir. Gölköy'de doğan işçi kuleye çıkar, yan ilçede doğan fırıncı olur, merkezde doğan fabrikaya girer. Çalıştığı mekan değişebilir, ustalığı değişebilir, koşulları değişebilir, ama işçiliği değişmez.

Emeğini başka bir evde, farklı bir soyismiyle doğan birisine, hayattaki tek özelliği o soyadı olan bir insana, mesela Koç, mesela Sabancı soyisimli birine satmak zorundadır. 

Kuleleri Gölköylüler diker. Sanırlar ki o kuleleri diken bir enerji ya da GSM şirketidir. Hep öyle sanılır ama Gölköylü yoksa kule de yoktur. Sermaye ne yaparsa yapsın telefon sinyalini bir şehre götüremez, enerjiyi santralden fabrikalara veya meskenlere getiremez. Kuleyi Gölköylü işçi örer, planlamayı Ankaralı mühendis yapar, santrali Elazığlı işçi kurar.

Uzakta, bir dağın başında, nasıl inşa edildiğini pek de düşünmediğiniz o kuleyi diken Gölköylü işçi ve kurulum ve üretimin her safhasında rol alan binlerce emekçi sayesinde telefonda sevdiklerinizin sesini duyabilir, evinizde elektrikten faydalanabilirsiniz.

Herkesin merakla takip ettiği ve bir gün emekçilerin yerini alacağı iddia edilen robotları üreten de işçiler, örneğin yapay zekayı yaratan yazılımı geliştiren de yine emekçi mühendislerdir. Bir gün kule örebilen makineler işçilerin yerini aldığında o makinelerde en çok Gölköylülerin emeği olacaktır. O makineleri tasarlayan emekçiler Gölköyün maharetli kule ustalarından esinlenecektir. 

Sermaye işçi olmaksızın bir hiçtir. Ama bu toplumsal düzen öyle bir hikaye anlatır ki, herkes asıl üretenin patron olduğunu düşünür. Oysa Türkiye'de ve dünya üzerinde ne üretilmişse bu emekçilerin eseridir. Patron ise el koyandır. Yalnızca üretilen mala ve dolayısıyla ücrete değil işçinin hak ettiği güven ve övgüye de el koyan patrondur. Üretim sürecinin esas sahibinin kendisi olduğunu göstermek bu toplumsal düzenin devamlılığı için şarttır.

Türkiye'nin içinde bulunduğu kriz koşullarında üretimi artırmaktan, ekonomiyi üretim temelli olarak yeniden yapılandırmaktan bahsedenlerin, işi patronlarla birlikte yapacaklarını insanı delirtecek kadar kolay söyleyebilmelerinin nedeni budur. Paranın hakim olduğu düzende, yalnızca Türkiye'de değil tüm dünyada, üretim deyince patronun akla gelmesi bir büyük yalanın hiç durmadan yeniden üretilmesinin sonucudur.

Bu yalan hakimiyetini sürdürdükçe patronlar kazanır, işçiler kaybeder.

Bilgisayarları, buzdolaplarını, otomobilleri üretenler kocaman markalarını gözümüze sokan tekeller değildir. Havalimanlarını, binaları, demiryollarını patronlar inşa etmez.

Kuleler mi? Onları ören Gölköylü emekçilerdir. Bu ülkeyi, üreten insanlar, Gölköylü emekçilerin sınıf kardeşleri yönetmelidir.