Türkiye’deki düzen muhalefetinin AKP Türkiyesi’nin ilkelerinde uzlaşması elbette bir iktidar projesinin yansıması. Ama mesele CHP’nin daha fazla sağcılıkla AKP’nin toplumsal tabanından oy çalmak istemesi ve geniş bir sağ ittifakla birlikte hareket etmesinden ibaret de değil.
Demokrasi ve Atılım Partisi, ya da kendilerinin kullanmayı sevdikleri kısaltmayla DEVA iki gün önce genel merkez açılışını yaptı ve parti lideri Ali Babacan bir konuşma yaparak partisini anlattı. Bir süredir sık sayılabilecek aralıklarla medyada görüşlerini anlatan Babacan’ın konuşmasında yeni bir husus yoktu.
Eski AKP’li bakan gayet tutarlı bir biçimde partinin kuruluş çalışmaları başladığından bu yana aynı cümleleri kuruyor. Bu hat DEVA’nın programında da gayet açık biçimde ifade ediliyor. Kimsenin okumayacağı düşünülerek, ya da kimsenin okumaması hedeflenerek neredeyse bir kitap hacminde kaleme alınmış programın pek çok bölümünde Türkiye’nin aynı dönemine, zaman zaman somut tarih de verilerek 2002-2008 aralığına atıfta bulunuluyor. DEVA’nın programına göre yüksek verimlilik artışlarının yaşandığı, büyümenin hızlandığı, gelirin arttığı bu dönem aynı zamanda toplumsal barışın sağlandığı, demokratik reformların hayata geçirildiği ve ülkenin özgürleştiği bir zaman aralığı. Programdaki tam ifadeyle bu gidişat 2013 yılından itibaren “izlenen yanlış ve popülist politikalar” neticesinde bozulmuş ve “kaybolan güven ortamı ve gerileyen yatırımlar” sonucunda ülke adım adım bugüne gelmiş.
Türkiye’de düzen muhalefetinin de DEVA’nın yaptığı bu somut dönemlendirmeyle mutabık olduğu görülüyor. Aslında Babacan ve partisinin Türkiye siyasetindeki asıl işlevi bu dönemlendirme; çünkü DEVA bu dönemlendirmenin en açık sembolü.
Babacan’ın gelecekte üstleneceği somut siyasi rollerine ne olacağını zaman gösterecek. Ancak bir sembol olarak DEVA’nın anlattıkları ve bu anlatılanlar üzerindeki mutabakat Babacan’ın müstakbel siyasi kariyerinden daha önemli. Çünkü bu mutabakat Türkiye’de düzenin geleceğine dair somut ipuçları sunuyor.
Türkiye’de düzen cephesinde istisnasız herkes 2002-2008 dönemini yeniden yaşamaya, o ruhu tekrar canlandırmaya razı. Türkiye o yıllar arasında dışarıdan yüksek sermaye girişiyle bir büyüme temposu yakalamış ve bu büyümeye Avrupa Birliği’ne üyelik görüşmeleri çerçevesinde sürdürülen bir reform programı eşlik etmişti. AKP iktidarındaki asıl kırılma da 2008’de dünyada yaşanan kriz sonrasında bu sermaye girişinin yavaşlamasıyla başlamıştı. Erdoğan’ın merkezinde durduğu ittifakın adım adım dağılıp daralması ve bir tür otoriterleşmenin hız kazanmasının temel sebebi bu yavaşlama ve bu yavaşlamayla birlikte Türkiye’nin Batılı merkezlerle girdiği ilişkide yaşanan değişimdi.
Uluslararası finans çevrelerinin ülkeden çekilmelerinin nedeni muhalefetin hep anlattığı gibi otoriterleşme değildi. Türkiye’yi krize yine muhalefetin ifadesiyle güven ve toplumsal barış ortamının bozulmasıyla birlikte sermayenin ülkeden kaçması sokmamıştı. Tersine, ekonomik ve siyasi olarak sıkışan ve krizin ağırlaştırdığı tabloyu taşımakta zorlanan AKP, çareyi otoriterleşmekte ve düşman yaratmakta arayacaktı.
Şimdi tüm muhalefetin özgürlük ve demokrasi söyleminin arkasında aslında yanlış kurulmuş bu formül var. CHP, İyi Parti, DEVA veya HDP, istisnasız tüm partiler toplumsal barışın sağlanmasıyla ülkeye yeniden sermaye girişinin başlayacağını umuyor ve tek çare olarak bunu gördüklerini saklamıyorlar.
AKP’nin merkezinde durduğu iktidar bloğu da temelde farklı düşünmüyor aslında. Erdoğan ve çevresi de ekonomiyi biraz olsun rahatlatırken kendilerini de kurtarabilecek formülün ülkeye dışarıdan girecek sermaye ve buna eşlik edecek düşünsel ve siyasi destek olduğunu iyi biliyor. AKP’nin ısrarla kullandığı faiz lobisi, dış güçler, Batı’nın sürekli kurduğu komplolar söyleminin arkasında da bu bilgi var. Bu söylem yalnızca kendi toplumsal tabanlarını konsolide etmek için kullanılmıyor, bir lobi ve komplo çevresine işaret edilirken şimdi düşmanca davrandığı iddia edilen bu çevrenin bir gün ülkenin yanında durabilme ihtimaline de gönderme yapılıyor. AKP, yalnızca bir düşman yaratmıyor, bu düşmanı somutlayarak aynı düşmandan davranışını değiştirerek kendisine yardım etmesini de bekliyor. AKP, 2002’ye dönüşe, Türkiye’ye dışardan ekonomik ve siyasi destek verilmesine dünden ve gönülden razı…
Türkiye’de iktidarı ve muhalefetiyle herkesin dönmek istediği 2002-2008 dönemi, hem Türkiye’deki düzenin büyük çaresizliğinin, hem de bu ülkeyi nelerin beklediğinin göstergesi.
Bu büyük bir çaresizlik çünkü Türkiye’de düzen bu dış destek olmaksızın düze çıkma ve rahatlama umudunu tamamen kaybetmiş durumda. Bir bütün olarak ufukları AKP’nin ilk yıllarını aşamıyor ve dünyada yeni bir birikim modeli ve buna uygun bir siyasi hat oluşmadıkça da o ufku aşamayacaklar.
Ama tüm bu ufuksuzluk bu ülkenin geleceğine dair bir sınır da çiziyor. Türkiye’deki düzen muhalefetinin AKP Türkiyesi’nin ilkelerinde uzlaşması elbette bir iktidar projesinin yansıması. Ama mesele CHP’nin daha fazla sağcılıkla AKP’nin toplumsal tabanından oy çalmak istemesi ve geniş bir sağ ittifakla birlikte hareket etmesinden ibaret de değil. Muhalefetin, iktidar olsa dahi, elinde Türkiye’nin dertlerine deva olabilecek başka bir ilaç, 2002-2008 döneminden farklı bir ekonomik ve siyasi program yok. Yabancı sermayeye ve dışarıya bu kadar bağımlı bir programın sağcılıktan başka bir alternatif üretmesi de bu nedenle imkansız. Sağcılık ve ittifak projeleri nesnel zeminini genel olarak Türkiye kapitalizminin uzun vadeli bir ufku olmamasında buluyor ve siyasi tercih ve stratejiler bu nesnelliğe ayağını basıyor. CHP ve muhalefetten farklı hareket etmelerini beklemek aynı sebeple karşılığı olmayan bir beklenti.
Türkiye kapitalizmi bir bütün olarak devayı dışarıdan aramak zorunda. Bu da düzen cephesindeki herkesi sermayenin son tutarlı programı olan AKP Türkiyesi’nin ilk yıllarında buluşturuyor. Taşıyıcı isim, parti ve ittifakların değişme ihtimali hep olsa da, liberallerin bu karşı devrimci ve gerici süreci adlandırmak için kullanmayı pek sevdikleri terimle “muhafazakar demokrat inkılap”, muhalefetin de onayıyla, şimdilik, yaşamını sürdürüyor.