AKP, Batılı merkezlerle uyum içinde hareket ederek ülkeyi devasa bir islamcı hapishaneye çevirdi. AB veya ABD’nin bu süreçte önemsediği tek nokta kendi çıkarları ve AKP’nin bu çıkarlarla uyumlu hareket etmesiydi. AKP’nin aynı çevrelerle son yıllarda zaman zaman yaşadığı gerilimin sebebi hiçbir zaman özgürlük veya laiklik gibi başlıklar değildi.
Türkiye’de AKP karşıtlığının Batıcı bir alana hapsolması her açıdan büyük bir sorun. Siyaset elbette kimilerinin dediğinin aksine karşıtlıklar vesilesiyle yapılıyor. Ancak bu karşıtlıkların doğru bir zeminde kurulması gerekiyor. Batı ile ilişkiler söz konusu olduğunda AKP’ye yapılan muhalefet baştan aşağı problemli.
Birincisi; Batı ile özgürlükçülük veya otoriterleşme karşıtlığının arasında kurulan bağlantı tamamen yanlış. Türkiye’de Batı bir tür özgürleşme merkezi olarak görülürken, Batı karşıtlığı da otomatik bir şekilde otoriterlikle eşleştiriliyor. Oysa ne Batı özgürlüğün merkezi, ne de Batı’ya karşı olan herkes özgürlük düşmanı.
Avrupa Birliği veya ABD’nin AKP ile ilişkilerde Türkiye’deki kişisel hak ve özgürlükleri merkeze aldıkları ya da Türkiye’nin ne ölçüde laik bir ülke olduğuna göre hareket ettikleri de büyük bir yalan.
Umurlarında değil.
Üstelik bunun tersi de doğru. Türkiye’deki iktidarların ne ölçüde Batıcı oldukları onların özgürlük veya laiklik konusundaki hassasiyetlerini belirlemiyor. Tarih bunun örnekleriyle dolu. Çok eskiye gitmeye gerek yok, ülke geçmişinin en karanlık dönemlerinden birisi olan 12 Eylül faşizminin Batıcı karakterinden herhalde kimse şüphe edemez. Ama o Batıcılık 12 Eylül’ü özgürlükçü yapmadığı gibi laikliği korumalarını da sağlamamıştı. Tam tersine, 12 Eylül sırtını Batı’ya dayayarak, Batı’nın desteğiyle Türkiye’yi demir bir yumrukla yönetmiş, laikliğin tasfiyesine giden süreci hızlandırmış, AKP’yi iktidara taşıyan dinamikleri yaratmıştı. O günlerde Avrupa’dan Türkiye’ye yönelik tepkiler elbette vardı. Ancak bu tepkiler Batılı merkezlerin siyasi tutumuyla değil, Avrupa’daki muhalif ve sol hareketlerin oluşturduğu kamuoyu baskısıyla ilgiliydi. Üstelik bu baskı aynı Batılı ülkeler tarafından Türkiye’yi Batı’nın çıkarları doğrultusunda yönlendirmek için bir araç olarak kullanılacaktı.
AKP’nin ilk yıllarındaki Avrupa Birliği ile uyum adı altında reform programı da 12 Eylül’le başlayan bir programın devamıydı ve 1923 Cumhuriyeti’nin yıkılışıyla sonuçlanan sürecin altında aslında yine Batı’nın imzası vardı. AKP laikliği bir günde yıkmadı, yine AKP bir günde otoriterleşmedi ya da AKP hep iddia edildiği gibi Batı’dan uzaklaştığı için ülkedeki kişisel hak ve özgürlüklerin üzerinden bir silindir gibi geçmedi.
Tam tersi oldu. AKP, Batılı merkezlerle uyum içinde hareket ederek ülkeyi devasa bir islamcı hapishaneye çevirdi. AB veya ABD’nin bu süreçte önemsediği tek nokta kendi çıkarları ve AKP’nin bu çıkarlarla uyumlu hareket etmesiydi. AKP’nin aynı çevrelerle son yıllarda zaman zaman yaşadığı gerilimin sebebi hiçbir zaman özgürlük veya laiklik gibi başlıklar değildi.
AKP ile Batı arasındaki ilişkinin değerlendirilmesindeki ikinci problem Türkiye’nin ekonomik altyapısı ile ilgili.
Çünkü Türkiye ekonomisinin Batı’ya olan bağımlılığı AKP iktidarında hiç değişmedi. AKP’nin ABD ve AB ülkeleriyle yaşadığı gerilimlerde de bu yapısal hususu dönüştürmeye dönük bir eğilim gözlenmedi.
Türkiye hâlâ tüm ihracatının yarısını Avrupa Birliği’ne yapıyor ve Almanya en büyük dış ticaret ortağı. Türkiye sermayesi Avrupa ve ABD sermayesiyle ayrılmaz bir şekilde iç içe.
Tersine bir eğilim olarak göze çarpan Çin’den yapılan ithalatın artması aslında dünyadaki genel eğilimle uyumlu. Hemen her ülkenin Çin’le ticareti artıyor zaten. Türkiye’nin yakınlaştığı iddia edilen Rusya’dan yapılan ithalat ise enerji tedarikinin stratejik olarak çeşitlendirilmesi nedeniyle tahminlerin aksine son on yıl içinde düşme eğiliminde.
Bunlar yapısal eğilime dair birkaç örnek yalnızca. Üstelik Türkiye’nin geleceğe yönelik vizyonunda da ekonomik olarak Batıdan uzaklaşma değil tersine Batıya daha da yakınlaşma var. Türkiye’de sermaye Çin’le işbirliğini artırmanın yerine, tedarik zincirinde Çin’e rakip olmayı hedefliyor mesela. Bu hedefin ne denli gerçekçi olduğu ayrı bir tartışma ama bu yaklaşım geleceğe dair bir yönelimi anlattığı için önemli.
Türkiye’nin dış borç yapısına bakıldığında da ülkenin finansal açıdan malum finans tekellerine bağımlı olduğu ve yine son yıllarda bu eğilimi değiştiren bir adım atılmadığı açıkça görülüyor. Faiz lobisi ve dış mihraklar edebiyatının en şiddetli yapıldığı yıllarda Türkiye bu lobi ve mihraklardan hızla borçlanmaya devam etti. Tersi de doğru. Batı, AKP iktidarındaki uygulamaları hiç dert etmeden Türkiye kapitalizmini fonladı, hatta aradaki gerilimden faydalanarak yüksek faizle verilen borçların, pahalıya satılan kredilerin keyfini sürdü.
AKP’nin Batıyla yaşadığı gerilim, Avrupa ve ABD’yle ekonomik ilişkileri köklü bir şekilde etkilemediği gibi pek çok açıdan aynı ülkelere yaradı. Dahası, her dönemeçte açığa çıkan bağımlılık Türkiye siyasetinde de Batı’ya olan mecburiyeti değişmez bir veri olarak kabulünü sağladı ve yalnızca muhalefet cephesinde değil AKP cenahında da Batıcılık alanını genişletip sağlamlaştırdı.
Türkiye’de siyasetin Batıyla kurduğu hastalıklı ilişkinin üçüncü özelliği de gerilime rağmen alanın genişlemesiyle ilgili. Batıcılığın tuttuğu yer genişlerken, Batıya muhalif çevreler, bağımlılık zincirinin yalnızca başka ittifak sistemleri kurarak kopartılacağı gibi bir yanılsama yarattı. Ancak bu bağımlılığın Türkiye’de düzenin işleyişiyle olan bağlantısı görmezden gelindiği için ittifak politikası değiştiğinde, ülkenin bu defa başka bir bağımlılık zincirinin parçası olacağı gerçeği yok sayıldı. Batıcılığın alternatifi olarak görülen Rusçuluk, Çincilik ya da türevlerinin aslında bağımsızlıkçı bir siyaseti değil tüm dünyada süren emperyalist rekabette bir taraf olmayı savunması bu rekabetin ve dolayısıyla düzenin meşrulaştırılmasına yaradı. Üstelik bu yanlış taraflaşma ve emperyalist rekabete dair konum alma, özgürlükçü Batı ile otoriter Doğu arasındaki hayali kamplaşmayı güçlendirdi ve sonuçta Türkiye muhalefetindeki ideolojik açıdan baskın Batıcı eğilimi şiddetlendirdi. Toplumsal algıda emperyalizm karşıtlığının Rusçu veya Çincilikle özdeşleşme ihtimali emperyalizme değil emperyalizm karşıtlığına zarar verdi.
Türkiye ile Batı arasındaki ilişkinin yanlış değerlendirildiği her üç başlığın ortak noktası şu: Türkiye kapitalizmi nesnel olarak Batıcılık üretmeye devam ediyor ve AKP’nin zaman zaman yükselttiği Batı karşıtı söylemi veya somut bazı başlıklarda Batılı merkezlerle yaşanan gerilimler bu yapısal eğilimi değiştirmiyor ve hatta bazı örneklerde bu eğilimi güçlendiriyor.
Türkiye’de düzen siyaseti iktidarı ve muhalefetiyle bir bütün olarak Batı’ya olan bağımlılığı değişmez bir çıpa gibi görerek yola devam ediyor. AKP’den muhalefete kadar herkesin böylesi bir bağlamda Batıcı görülebileceği koşullarda Türkiye’nin düzeni ile Batının arasındaki ilişkiyi teşhir eden tutarlı bir bağımsızlıkçı çizgi her zamankinden daha gerekli ve kıymetli.