Refah şovenizmi: 
Çağdaş diktatörlük

Önce “demokrat”lara soralım: Siz hâlâ faşizmi veya sermayenin en gerici diktatörlüğünü, eski giysileriyle mi tanımlıyorsunuz? “Postmodern” zamanlarda ve “postdemokrasi”nin, sermayenin en gerici/kanlı diktatörlüğünü üstlenmiş olabileceğini neden düşünmüyorsunuz? Zengin mutfağının sokaklarında ırkçı gerekçelerle insanların kitlesel imhaya maruz bırakılmaması mı sizi rahatlatıyor? Hiçbir şey anlatamadığınızı, çünkü anlamadığınızı size nasıl açıklayalım istiyorsunuz?

Gerçekten de bunlar acı sorular: Emperyalist demokrasinin, eskilerin açık faşist rejimlerini aratmayan ve kanı Güney Akdeniz veya Ortadoğu gibi biraz uzaklara sıçratan, içeride ise tatsızlık çıkmasına ideolojik hegemonyasıyla izin vermeyen bir diktatörlük haline geldiğini dinleyecek insan bulmamız zor. Peki...

Peki de, koca Avrupa bir yıkım içinde. Misal: İtalya bile, dev bir AB üyesi olarak çökmüş durumda, diğer “çevre ülkelerindeki” yangını ise görmezlikten gelmek mümkün değil. Almanya merkezli siyasi coğrafyanın derdi galiba buralardan kendisine bir şey sıçramaması... Fakat burada başka şeyler oluyor...

Almanca konuşulan yaklaşık 95-100 milyon nüfuslu bir coğrafyada krizle bağlantılı başka gelişmeler yaşanıyor. Ne mi oluyor?

Seçim sonuçlarına bakarak da söyleyebiliriz: Bu coğrafyada seçimler arka arkaya yapılır oldu, çünkü birini diğeri olmadan anlayamaz ve açıklayamazsınız. Malum, küçüğü büyüğün “mütemmim cüzü”dür tamamlayıcı parça olmanın keyifi olduğu kadar yükü de var tabii: Almanya ve Avusturya’dan söz ediyoruz. Önceki hafta Almanya’da, geçen hafta da Avusturya’da genel seçimler yapıldı. Bilinenin altı bir kez daha çizilmiş oldu...

Şu görüldü: Avrupa’da sağ büyüyor ve tıpkı Hitler’in sosyalizm sözcüğünü “suiistimal etmesi”, daha doğrusu “hizmetine alması” gibi, solla hiçbir bağlantısı kalmamış, ama 1940’larda eski faşizmi ezerken dönemsel yararları görülmüş “liberalizmin özgürlükçü tortularını” kullanarak yoksullara karşı bir savunma örgütlüyor. Auschwitz yalanlarıyla Yugoslavya, Irak, Libya, Suriye gibi ülkelerin bombalanıp ortadan kaldırılmasından söz ediyoruz. Bu yeni haçlı seferlerini düzenleyenlerin öncüleri, eski solcu ve yeni demokrat siyaset sınıflarıdır. Bizdeki Murat Belge-Ahmet Altan çizgisi bunların çırağıdır. Hep birlikte “refah kalesini” savunuyorlar. Dışarıdan (bağlı yoksullardan) içeriye (merkeze) değer akışı üzerine kurulu bir acımasız denklemi yerleştirmek zorundalar.

İşleri zor değil, çünkü halkları da klasik ırkçılığı yeren bir yeni tür ırkçılıkla (“refah şovenizmi”) donatmış ve rızalarını almış durumdalar. Almanya’da Merkel’i tek başına iktidarın eşiğine getiren, diğer partilerin de, yüzde 8.6’lık bir Sol Parti istisnası dışında, ondan pek farkı olmadığını gördüğümüz sonuçlar böyle özetlenebilir. Almanya’nın uzantısı, daha doğrusu küçük parçası Avusturya’da Sol Parti bile yok.

Avrupa’nın merkezinde, Almanca konuşulan bu büyük bölge ve nüfus, yaşlı kıtayı büyük ölçüde sanayisizleştirdikten ve kilit sanayileri kendisinde topladıktan sonra, şimdi bu refah adasını korumaya ve mümkün olan yerlerde de genişletmeye çalışıyor.

Sosyalizmin “s”sine bile karşı mücadele etmek üzerine kurulu rejimleri, bunu eski faşizmin kanlı dangalaklıklarıyla yapmıyorlar diye aklamaya kalkışmak, olacak iş değil. Demek ki, Almanya’daki Sol Parti’yi, daha doğrusu Oskar Lafontaine-Sahra Wagenknecht çizgisini bir yana bırakacak olursak, merkezi Avrupa’da tarihte benzeri pek az görülmüş bir gerici ideolojik hegemonyanın egemen olduğunu, tüm savaş partilerinin parlamentolara dolduğunu söylemek zorundayız.

Ama asıl soru Ziya Paşa’dan mülhem ve umutlarımızı da gizlemiyor değil. “Bu terazi bu kadar sıkleti” çeker mi?