Yeni Türkiye

"Yeni Türkiye"nin manzaralarına 21 Nisan Pazar günü Türkiye'nin iki farklı yöresindeki olaylarla tanıklık ettik. Birincisi Ankara'nın Çubuk ilçesinin bir köyündeki şehit cenazesinde CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'na yönelik faşist saldırı ve linç girişimi. İkincisi, İstanbul BB mazbatasını geçen hafta almış olan Ekrem İmamoğlu'nun İstanbul Maltepe'deki büyük mitingi.

Nefret ve şiddetle kınadığımız ve Sayın Kılıçdaroğlu ile yanındaki milletvekili arkadaşlarımıza geçmiş olsun dileklerimizi ilettiğimiz Çubuk'taki alçakça saldırının nedenleri neydi acaba? Önceliği, hegemonya kaybını sindiremeyen AKP iktidarının/Cumhur ittifakının seçim sonrasında da toplumsal gerilimi üst düzeyde tutmasına verebiliriz. İstanbul'da mazbatayı vermemek için 17 gün boyunca direnmenin ve şimdi de "mazbatalı şahıs" teranesiyle hâlâ YSK üzerinde seçimlerin iptali ve yenilenmesi baskısı kurulmasının, gerilimi canlı tutan etkileri küçümsenemez. İkincisi, seçim öncesinin kampanya döneminde doruğa çıkarılan düşmanlaştırıcı dil daha az önemli değildir. Ama bu dönemin de öncesine gidilirse, toplumun çeşitli kesimlerini birbirine düşürme tavrının uzun süredir ilmik ilmik örüldüğü görülür. Hâlâ İçişleri Bakanlığı koltuğunu işgal eden şahsın, Valilere, "CHP'lileri şehit cenazelerine almayın" talimatı verdiği unutulmamalı. Bütün bunların, spontane tepkiler yanında organize faşist saldırıların düzenlenmesine de ortam hazırladığı açıktır. Çubuk'ta olayların önceden tertiplenmiş organize bir kışkırtmayla sahneye konulduğu herkesin gözü önünde gerçekleşmiştir.

31 Mart 2019 sonrasında Türkiye'nin önünde yeni bir dönem açıldı. 2015 sonrasında aşınmaya başlayan AKP hegemonyasının, MHP takviyesine rağmen (ve biraz da o nedenle), daha hızlı inişe geçtiği yeni bir döneme girildi. Hegemonya kırılmaları kolayca tersine döndürülemez. Siyasi akımlardaki iniş çıkışlar bir ölçüde hariç tutulursa, siyasi partiler tarihinde bunun örnekleri yoktur. AKP'deki büyük sancılar, bu tespit kendi içlerinde açıkça yapılmış olsun veya olmasın, bununla ilişkilidir.

Hegemonyanın önemli ayaklarını oluşturan ekonomik ve siyasi kent merkezlerinin yitirilmesi, İslamcı otokratik hegemonya projesinin de sürdürülemezliğinin dışavurumu gibidir. Burada yitirilen ekonomik çıkarlar o denli önemlidir ki, belediye meclis çoğunluğunu kullanarak belediye başkanları ve kadrosunu çalışamaz duruma getirme tehdit ve tedbirleri birbiri peşisıra gündeme gelmeye başlamıştır.  Bu bağlamda, Belediye Başkanının her durumda çoğunluk sağlayabildiği Belediye Encümeninin (icra organının) yapısını da Belediye Meclisinden seçilecek üyelere ağırlık vererek değiştirme hazırlığı, böyle bir baskılama doğrultusundadır.

Tabii bir de iktidarın yitirdiği belediyelerde inanılmaz boyutlara varan yolsuzluk, usulsüzlük ve kamu varlıkları peşkeşinin açığa çıkması ve bunun, iktidardaki çöküntüyü hızlandırması korkusu var: İstanbul BB Başkanının belediyenin veri tabanında inceleme/araştırma yapılmasına dair talimatının AKP İl başkan yardımcısı ve AKP'li İmar Komisyonu başkanının başvurusu üzerine İstanbul 4. İdare Mahkemesi'nce yürütmesinin durdurulması, bir başka "Yeni Türkiye" manzarasıdır. Burada, "geçmiş icraatlarıyla ilgili gizlenecek çok şeyleri var" değerlendirmesinden daha önemlisi, Türkiye'de yargı sisteminin iflasının tescillenmesidir. Bir belediye başkanının, kamu çıkarını korumak adına başlattığı bir belediye içi işlemin, kişisel menfaatleri sarsılabilecek olanlar tarafından dava edilebilmesi ve daha vahimi bu başvurunun İdare Mahkemesi tarafından kabul edilerek işlemin yürütmesinin durdurulabilmesi, idari yargının tam çöküşü anlamındadır. Erkler birliğinin nasıl kötü sonuçlar verdiğinin uygulamalı alıştırmaları/dersleri verilmektedir sanki.

Buna benzer hukuk skandalları, AKP'nin YSK'ya usulsüz başvurularının peşpeşe kabul edilmesiyle ortaya serilmişti esasen. Ama yenileri de eklenip duruyor: Konu veya içerik açısından çelişkileri bir yana, İstanbul seçimleri için olağanüstü itiraz başvurusu süre (usul) açısından sakatlıklar içeriyor. (İ.Kaboğlu, Birgün:18.4.2019). Bu arada, usülen hata yapılmamış olsaydı dahi, KHK'lıların seçme haklarının bile olamayacağı üzerinden bir başvurunun yapılabilmiş olması dahi siyasi/hukuki bir skandaldır. Gerçi YSK çelişkili kararlarıyla buna zemin hazırlamıştır. KHK'lılar milletvekili olabilmişken, belediye başkanlıkları ellerinden alınmaktadır. Bu konu, YSK'nın seçim güvenliğini sağlayamamasının ötesindedir: YSK, adaylara tuzaklar kurulmasına alet edilerek seçim güvensizliğinin baş oyuncusu yapılmıştır. Şimdi olağanüstü itiraz konusunda hukuki tarafta kalsa dahi, bu süreçten iyice yıpranmış olarak çıkacaktır.

Çubuk'taki faşist hezeyana dönersek, bu organize saldırının önceden istihbar edilerek önlem alınmaması hoşgörülemeyecek bir "kusur"dur. Bu bir yana, olay sırasında ve hemen sonrasında güvenlik güçlerinin olağanüstü gevşek ve saldırganları kollayan/ hoşgören tutumunun büyük bir tepkiyle karşılanması gerekir. Anamuhalefet partisi liderini linç etmeye kadar varabilecek, Sivas katliamı benzeri görüntülere yol açabilecek saldırılar, Kılıçdaroğlu'nu taşıyan arabanın taşlanması, sözde güvenliğinin sağlandığı evin etrafındaki "evi yakalım" diyen güruhun dağıtılmaması basit bir olay anı düzensizliğiyle açıklanamaz. (Bir an için böyle bir saldırının onda birinin Cumhurbaşkanına yönelik olduğunu düşünün, kalabalık hangi yöntemlerle dağıtılır, kaç kişi gözaltına alınırdı acaba?).

Bu saldırıyla ilgili soruşturmanın da büyük olasılıkla  "halkın duygusal galeyanı" biçiminde değerlendirilerek büyük ölçüde yaptırımsız bırakılması şaşırtıcı olmayacaktır. Eğer böyle olursa, bu tür saldırıların önü daha fazla açılmış olacaktır. "Yeni Türkiye" siyaseti bu bakımdan da yeni bir evreye giriyor gibidir. Saldırıya konu olan anamuhalefet partisinden başlayarak zorbalığa karşı yeni siyasi tavırların geliştirilmesini beklemek de toplumun hakkıdır. Bunun için de, saldırılara savunma ve "normalleşme" pozisyonu üzerinden yanıt verilmemesinden başlamak bir ilk adım olabilir.

Pazar gününün aslında daha büyük toplumsal olayı İstanbul'daki coşkulu Maltepe mitingiydi. Çubuk'taki provokasyonla buna gölge düşürülmesi ve haberlere Maltepe yerine Çubuk olayının girmesinin sağlanması "başarılmıştır". Dev İstanbul mitingi adeta YSK'ya "yanlış yapma" ihtarı çekmek isterken, iktidar da Çubuk'taki küçük faşist gösteriye "hoşgörülü bakışıyla" ters yönde bir mesaj vermiş oluyordu sanki.

"Anti-kriz önlemler" çerçevesinde emekçilere ve toplumun geniş kesimlerine yeni hak kayıpları dayatmanın hazırlığı içinde olan iktidar çevreleri, halkın dikkatini kendi gerçek sorunlarından uzaklaştırmak üzere milliyetçi/dinci hamasetleri kurtarıcı olarak pazarlayabilirler. Ama toplumun çoğunluğu artık bunlara karnının tok olduğuna dair tepkilerini her düzlemde vermeye başlamıştır. Yönetememe krizi esasta bununla ilişkilidir.

Her durumda, karamsarlığa düşmek için bir neden yoktur. Türkiye'de bir korku toplumu yaratma hesapları tutmamıştır. Bu siyasi kadronun gidiciliğine artık toplum çoğunluğu ikna olmuştur. Bu nedenle ekilen nefret tohumları da bir nefret toplumu yaratmaya yeterli olmayacaktır. Gerçi hiçbir cerahatli yara hemen iyileşmez. Onyılların saltanatının biriktirdiği cerahatin temizlenmesi de zaman alacaktır. Yolsuzlukların açığa çıkmaması, saltanatların bitmemesi için faşist baskıların ve provokasyonların dozunun artacağı bir vakıadır. Ama kendi gücünün farkına varmış bir toplumu hiçbir engel yolundan çeviremeyecektir.

Geleceğe olan bu güvenle, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun.