Siyasi etik öldü mü?

Başlangıç sorusu şu: Aday yapılmayınca Parti değiştirmenin siyasi etiği var mıdır? Yanıt bellidir: Haklı ideolojik/ilkesel kopuş gerekçelerine sahip değilse ve salt makam veya adaylık hesapları yapılarak girişiliyorsa her parti değiştirme eylemi, siyasi etik açısından sorunludur.

Ama gene de bu soruyu sormanın tam sırasıdır, çünkü partisinden aday yapılmayınca başka partilerde adaylık koltuğuna oturanların sayısı istisna olmaktan çıkmaktadır. Dahası, ortada sanki siyasi etik dışı bir davranış biçimi değil de adeta bir kişisel siyasi hakkın, bir siyasi alacağın meşru zemini vardır.

Bu davranış biçimleri, esas olarak seçim kazanmaya yakın duran kitle partilerinde görülmektedir. Gerçi geçiş yapılan partinin seçimde iddiası olmayabilir çünkü terkedilen partiye seçim kaybettirmeye yönelik siyasi intikam hesapları da devreye girebilmektedir. Güncel olgulara bakıldığında bu sorunun en fazla CHP’yi ilgilendirdiği görülmekte. CHP’nin diğer partilerden aday devşirmesinden daha fazlası, adaylıkta hüsrana uğrayan CHP’lilerin başka partilere geçmesi biçimindedir ve yoğunlukla DSP yönünde olmaktadır.

İkinci soru şu olabilirdi: Peki adaylık süreçlerini demokratik ve saydam bir biçimde yönet(e)meyen tercih edilecek veya edilmeyecek adaylar başlangıçtan beri belliyken çok sayıda aday adayını boşuna uzun süre yarıştıran başlangıçta saptanan aday tespit ölçütlerini her zaman uygulamayan aday(lar) kurullarda belirlendikten (veya açıklandıktan) sonra adayını değiştiren belediye başkanlığı veya meclis üyeliklerine eş-dost atamaları yapılmasını engelleyemeyen parti yöneticilerinin (il - ilçe yöneticileri dahil) hiç mi günahı yoktur? Kuşkusuz vardır ama bunlar parti değiştirmenin ideolojik/ilkesel gerekçelerinden sayılamaz. En fazla küskünlüklere veya parti içi mücadelelere yol açabilir. Kaldı ki parti, yöntem ve ilkeleri doğru uyguladığında dahi, çok sayıda aday adayının yarıştığı seçim çevrelerinde aday tespitinde yanılabilir.

Gerçek partili, haklılığın verdiği güçle partisinde kalır ve ilke savaşımı verir. İstifa ederse de bunu başka partide ikbal aramak için yapmaz. Eğer bir belediye başkanı tekrar aday yapılmadığı için hemen bir başka partiden adaylığa soyunuyorsa, akla ilk gelmesi gereken, onu belediye başkanlığına götüren önceki adaylık sürecinin de doğru bir tercih olmadığıdır. Çünkü “ben varsam parti vardır” yaklaşımında olanlar, kitle partilerinde bile yer almaması gerekenlerdir.

Parti değiştirmelerinin sıklaşmasının ardındaki nedenlerden biri, kitle partileri arasında ideolojik farklılaşmanın yerini ideolojik yakınlıkların almaya başlamasıdır. İkincisi ise, kişisel kariyer hesaplarının parti/örgüt sadakatinin önüne geçmesidir. Bu sonuncular, kendilerini belediye başkanlığı, milletvekilliği veya belediye meclis üyeliği gibi görevlere taşıyan partiye karşı kendilerini hiç borçlu hissetmezler, onlar bu görevleri üç-dört dönem yapmış olsalar dahi her daim partiden alacaklıdırlar. O nedenle, kendileri denklemde olmadıkları zaman kendilerine haksızlık yapıldığını düşünüp ilk fırsatta partiyi terketme ve onun zararına çalışmakta bir an bile duraksamazlar. Bazıları “ilkesel kopuş” hikayeleri de uydururlar, ama daha önce partinin siyasi duruşuna en küçük açık eleştiri getirmediklerinden inandırıcı olamazlar.

Bu sorunla nasıl başa çıkılabilir? Kendini merkez solda tanımlayan bir parti açısından parti içi eğitim kuşkusuz önem taşır ama bu, adaylık süreçlerinin katlanılması zorunlu bir külfeti olarak görüldüğü sürece işe yaramaz. Partinin sağlam bir ideolojik omurgasının olması şarttır ve eğer bu, egemen sisteme karşı güçlü bir eleştirel duruşla, buna uymayanların dışlanmasıyla birleşmiyorsa sonuç vermez.

Aksi durumda, parti içi siyasi rekabette parti tüzüğünce öngörülen ilkelerin yerine kişisel çıkarların, kişiye endeksli kariyer hesaplarının ikame edilme oranı büyür, partiye ihanetler sıradanlaşır ve hatta kendi iç meşruiyetini oluşturur. Toplum ve partililer bunu kanıksadıkça siyasi ahlak aşınması yayılır yadırgadıkça siyasi alternatifler konuşulmaya başlanır.