Başkancı rejimin dayanılmaz yükselişi

Elazığ-Malatya depremi sürpriz değildi. Ülkenin önde gelen jeologları, Elazığ'ı yıllardır en riskli deprem  bölgeleri arasında gösteriyorlardı. Ama Meclis'te bir araştırma önergesi bile iktidar partisi milletvekillerinin oylarıyla reddediliyordu. O oylamaya katılmaya bile tenezzül etmeyen AKP'li dört Elazığ milletvekili, deprem sonrasında televizyonlarda en fazla görünür olmak, en çok çaba harcayan gibi görünmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. 

İslamcı iktidarın seçkinlerinin güvendikleri iki şey vardı: Birincisi, halkın kaderciliği, tevekkülü, takdir-i ilahiye koşulsuz imanı. İkincisi, "Reis"in vereceği ayarın tüm iletişim kanallarını tek sesli hale getirip eleştirel seslerin büyük ölçüde boğulacağı. Nitekim, deprem bölgesini bir gösteri alanına çeviren iktidar siyasetçileri, Reis'in öncülüğünde, din silahını çekmekte gecikmediler. Erdoğan, "Depremi durdurma şansımız var mı?", "Bu bir imtihandır" (Allah'ın imtihanı elbette) diyerek ayarı verdikten sonra, Galatasaray Kulübü başkanı gibi simaların bile bu depremi bir "imtihan" olarak nitelendirerek koroya katıldığını görebiliyordunuz.

Kuşkusuz bu kadarı yetmezdi. Eleştirilerin yasaklanması daha güvenceli bir yoldu. Eleştiriye yasak getirilirken her türlü safsataya, gerici yorumlara yol verilmesi de işin icabı gereğiydi. İktidarın depreme, deprem için toplanan vergi ve benzeri gelirlerin akıbetine, sağlıklı kentsel yenilenmeye, imar affına ilişkin politikalarını sorgulamaya yönelik her türlü eleştirel konumlanma milletin aklına olmadık fikirlerin düşmesine neden olabilir, iktidarın da -hiç olmazsa kısmen- suçlanmasına neden olabilirdi. Otokrasilerde bu tür çatlak seslerin çıkması ve yaygın bir sürüme ulaşmasının yıkıcı etkileri olabilirdi. Bu nedenle iktidar siyasetçileri tam saha pres yapmak üzere sahadaydı. 

Gene de milletin "depremi durdurma şansımız yok" lafını sorgulaması engellenemiyordu. "Mübarek, depremi değil ama can ve mal kayıplarını durdurmak senin görevin değil mi?" sorusu güçlü bir biçimde yayılıyordu. Japonya örneği de ilk akla gelendi: "Bu 'küffar' diyarında 9 büyüklüğünde bir depremde bile bu denli zayiat verilmiyor", veya 'Tanrı neden Japonları Müslümanlardan daha çok kayırıyor' gibi saptamaların yayılma hızı ışık hızından aşağı değildi. Ama gene de, muhalefetin de katkısıyla depreme ilişkin bir ulusal seferberlik yaratılabildiği için, muhalefet cephesinin eleştirilerinin dozu ılımlıydı ve muhtemelen daha sakin günlere ertelenmişti. 

BAŞKANCI REJİM GÖKTEN ZEMBİLLE İNMEDİ

Bugünkü otokratik başkancı rejim 9 Temmuz 2018'de Cumhurbaşkanının Meclis'te yemin etmesiyle bir günde oluşmadı. Azgelişmiş totaliter ülkelere özgü bir başkancı rejimin ilk provaları 12 Eylül'ün darbeci generalleri (ve arkalarındaki akıl verenler) tarafından uygulamaya yansıtılmıştı esasen. Kenan Evren, darbenin anayasası yapılıp kendisini Cumhurbaşkanı adayı ilan edene kadar geçen sürede kendine "Devlet Başkanı" sıfatını uygun görmüştü. Kullandığı yetkiler de, kuralları darbe heyetince alabildiğine keyfi olarak belirlenen, adeta sınırsız yetkilerdi. Ne tek parti döneminde (1923-46) ne de 1960 ve 1971 askeri darbeleri dönemlerinde görülmemiş bir şeydi. 

Daha sonra, hem darbenin hem de dış tercihlerin ürünü olan ANAP iktidarı döneminde Özal da, gerek başbakanlık gerekse cumhurbaşkanlığı döneminde, benzer heveslerin taşıyıcısı olacaktı. Esasen, başbakanlık kurumunun mali/ekonomik ve siyasi merkez olarak önemini pekiştirmek üzere idari ve kurumsal yapıyı bu yönde dönüştürme hamleleri bir nevi hazırlıktı. Başkanlık rejiminin Türkiye için daha verimli ve rasyonel bir siyasi yönetim biçimi olabileceğine dair görüşlerin sol siyaset bilimcileri arasında dahi tartışılması, hatta bazen savunulması da, 1980'lerin etkilerinin dışında değildi.

1990'ların koalisyon iktidarları dönemi bu görüşlerin yeşermesine olanak vermedi. Bu anlamda da koalisyonlar Türkiye'nin daha demokratik bir siyasi mecrada yol almasını güvenceye aldı. Çiller gibi Bakanlar Kurulu'nu küçümseyen, düzenli toplamayan ve düzenli kolluk güçleri dışında özel silahlı güçler peydahlanmasını destekleyen türedi (ve dış icazetli) siyasetçiler de olmadı değil. Ama, bu simanın siyasi dayanağı hiçbir zaman başkancı rejim heveslerini destekleyecek çapta olamadığı için, cürmü kadar zararlı olamadı.

2000'ler ayrı bir hikâyedir. Başlangıcı, 2002 sonuna kadar, koalisyon dönemidir; ama bu koalisyon yanına IMF ve DB'nı da ortak olarak alan ilginç bir koalisyondur. Sonuçta, 2001'de krize girerek batan ekonomi, koalisyonun siyasi kanatlarını da yanında batırmıştır. Elbette, bu krizin yaratılmasında özel katkıları olan dıştan akılverenler (IMF/DB) en küçük bir sorumluluk taşımıyormuş gibi davranmışlardır (Şimdiki cumhurbaşkanının konumunu ne kadar hatırlatıyor değil mi?). Kendisine iktidar yolları ardına kadar açılan siyasal İslamcı hareket ise, beklemediği şekilde büyük bir Meclis çoğunluğuyla tek başına iktidar olmuştur.

Ancak AKP'nin tek başına iktidarı her zaman bir siyasi illüzyon olmuştur. AKP her zaman bir tarikatler koalisyonu üzerine oturmuştur. Bunun uzun süre en ağırlıklı öğesi F. Gülen cemaati olmuştur. Bu fiili koalisyona içerde liberaller uzun süre payanda olmuşlardır. Kürt siyasi hareketi de 2015'e kadar bu payandanın parçasıdır. Bu dörtlü koalisyon, kuşkusuz sermaye çevrelerinin de (2007'ye kadar neredeyse eksiksiz) desteğini almıştır. Ama AKP'nin hızlı yükselişini ve kendini konsolide edişini dış destekler olmadan açıklamak olanaksızdır. 2008 ortasına kadar IMF ve DB doğrudan doğruya AKP iktidarının dış destekçisi konumundadır. Buna AB çevreleri ve ABD'yi de -hiç olmazsa 2012/2013 dönemecine kadar- katmamak büyük eksiklik olur. İslamcı partinin tutulamaz bir biçimde yükselişi ve iç siyasette ideolojik hegemonyasını kurması bu destekler olmadan mümkün olamazdı.

DÖNÜM NOKTALARI

AKP ve RTE ne zaman bir başkancı rejime yöneldi? Bunu 2010/11 veya 2017/18 gibi geç tarihlerden başlatanlar, sürecin tamamını bir bütünlük içinde göremeyenlerdir. Aslında başkanlık rejimine yönelme, 2002'de siyasal İslamcı hareketin iktidar olması ve giderek rakipsizliğinin tescil edilmesiyle başlayan ve pekişen bir süreçtir. Bu süreçte bazı dönüm noktalarının altı çizilebilir:

  • 2007'de CB'nın Meclis'te seçilmesinin zora girmesi, bundan böyle doğrudan seçilmesini öngören Anayasa değişikliğini kolaylaştırmıştır. Böylece, başkancı rejim için önemli bir aşama ve gerekçe üretilmiştir.
  • Aynı yıl Cumhuriyet mitinglerinin taşıyıcısı olduğu aydınlanmacı muhalefet, daha otoriter yönelişlerin hızlandırıcısı gibi çalışmış, Ergenekon, Balyoz gibi kumpaslarla kurumsal direnç mevzileri kırılmıştır.
  • 2012/2013 sürecinde hem iktidar blokunun parçalanma emareleri su yüzüne çıkmış hem de toplumsal muhalefetin tepkileri (Gezi direnişi) beklenmedik düzeylere ulaşmıştır. AKP'nin Batı'dan gördüğü destek de tersine dönmeye başlamıştır. Ancak henüz "Kürt meselesine çözüm" kartını elinde tuttuğu için hem bu çevrelerden hem dış çevrelerden destek almaktadır. 
  • 2014'te doğrudan seçimle CB olan rejimin sürükleyici siması, Parti Başkanı olamaması ve gücünü kendi atadığı Başbakan ile paylaşma zorunda kalması ikilemi üzerinden yeni gerekçeler üretmeye, mevcut sistemi zorlamaya başlamıştır.
  • 2015 Haziran seçimleri, Kürt siyasi hareketinin de iktidarla ayrıştığı yeni bir dönüm noktasıdır ve iktidarın ilk kez siyaseten geriletildiği dönüm noktasıdır. (2009 yerel seçimlerindeki gerilemesi, ekonomik krizin etkisiyledir). 2015'te, son 13 yıldır yürüyen fiili iktidar koalisyonu dağılmıştır.
  • 2016'da "Allahın lütfu" bir FETO'cu darbe girişimi ve MHP'nin iktidar yanında saf tutmaya başlamasıyla, başkancı rejim için aranan fırsat (Meclis'te anayasal çoğunluk ve referandumda barajı geçme fırsatı) bulunmuştur.
  • 2017'de tartışmalı bir anayasa oylamasıyla yeni rejimin hukuki zemini oluşmuş, II. Cumhuriyet artık hukuken de kurulmuştur.
  • 2018'de 24 Haziran seçimleriyle ve 9 Temmuz yeminiyle yeni Anayasa tüm hükümleriyle işlerlik kazanmış ve 10 Temmuz'daki CBK'larla başkancı rejimin en önemli yapıtaşları oluşturulmuştur.
  • 2019 Yerel Seçimleri, İslamcı iktidarın çok önemli siyasi mevzi kayıplarıyla sonuçlanmıştır. Bu geriye gidişin önemli nedenlerinden birinin de, başkancı rejimin aşırılıklarına verilen tepkiler olduğunu düşünülmelidir.    

SONUÇ

Peki bu çifte hezimet (şehirleri kaybetmek ve genel seçimleri de kaybetme olasılığıyla yüzleşmek) AKP gibi İslamcı otokratik bir rejim inşa sürecindeki bir iktidar açısından hafife alınabilir mi? Kesinlikle alınamaz. Otokratik bir rejimin büyükşehirleri kaybetmeyi sineye çekmesi beklenemez. Hatta, yerel yönetimlere bugün olduğu kadar özgürlük/hareket alanı bırakması dahi kendi otokratik doğasına aykırıdır. Doğasına aykırı olan bir başka şey de, "seçimle gelip seçimle gitmektir". Bu, merkezi iktidar söz konusu olduğunda, yerel yönetimlerde olduğundan çok daha kararlı olacağı bir konudur. Dolayısıyla, sistemin geriye kalan bütün hukuki direnç noktalarını tıkamaya, gerekirse genel oy hakkını budamaya kadar gidebilecek yeni baskı politikalarını devreye sokabilecektir.

İktidarın otokratik baskı düzeneklerine karşı mücadele edenler, meselenin bu boyutlarını bilerek davranmak durumundadırlar. Kuşkusuz bütün siyasi ve hukuki mevzileri sonuna kadar savunmayı, mücadelenin meşru hukuki zeminlerini asla küçümsememeyi de öğrenerek...