Sağlıklı Bir Hayat İçin Serçenin Öğütlerini Dinlerken

Doktor şekere ve şekerli gıdalara karşı uyarınca, “Ben de portakaldan limona geçerim!” diye düşünmüştüm. Meğer ki limon portakaldan daha fazla şeker içeriyormuş. Olsun, doğanın işine karışmam, insan tanrısının işine karışmamalı. Zaten her şeyden önce öğretmenimdir. Benim doğa konusunda sinirimi bozanlar, ayet ‘günceller’ gibi, burnunu her ota sokup, nebatatın genleriyle oynayanlardır. Denizi doldurup dalgaları gemleyenler, hayvanatı hormonla yemleyenlerdir. Bu işlere soyunanları dinden imandan çıkmış sayarım. Hatta kafir! Hele ki böyle bir hayırsıza rastlamayayım, sofuluğum tutar! Duman olup boğasım, rüzgâr olup yerden yere çalasım gelir. Zaten böyle olmasam, korudaki sığırcığın, asmadaki kıvırcığın yüzüne nasıl bakarım? Öyle ya, zehirli atığı dereye dökenlerle yaka paça cebelleşmesem ‘Dere beni susuzluktan korusun!’ diye ettiğim duaların ne anlamı kalır? Başka dinleri bilmem, benim dinimde varedeni mahvetmeye yönelik zulüm ve sahtekârlık affı olmaz günahtır. Derenin intikamını almak için dereyi zehirleyenle savaşmaktan büyük sevap mı var? İnanmayan buğdaya sorsun! Doktorun, şeker konusundaki ‘uzak dur’ uyarısı, insan tarafından üretileni için aklıma yatar da, incir için bal için ‘Bana tuzak kurdular, benden uzak dursunlar!’ demeye dilim varmaz! Ayrılık acısı bu, yüzüme kıysam üzüme kıyamam! Üstelik çocukluğumdan bu yana koruğu korunağım, bağı tapınağım saymışım. İnsan tanrısından kuşkulanır mı? Ondan gelecek eza kaderim olsun!

Aynen doktorun cümleleridir: “Birçok hastalık zihinsel, bedeni ve ruhsal nedenlere dayanır. Öngörülü ve olumlu bir ruh hastayı hastalığına karşı savaşında muzaffer yapar. Öfke, affetmezlik ve acı bedeni stresli ve asitli bir ortama sokar. Seven ve affeden bir ruha sahip olmayı öğrenin. Sakin olmayı ve hayatın tadını çıkarmayı öğrenin.”

Bu öğüt karşısında, içimden “Eyvah!” dedim. ‘Öfke’ desen: o benim duygumun körüğü, soluk borum. ‘Af’ konusuna gelince: “Solculuktan sistemin erketeliğine çark ettiği halde yine de sol etiketle toplumu zehirleyen bu zibidileri af mı edeceğiz?” diye bir yazıya başlayacaktım ki, tıkanıp kaldı gırtlağıma. Yutsam hazmedemem, kussam doktor kızacak! Gidip ormana da soramam. “Ey yaradan, vareden, koruyan orman, seni yakanı, bağrına villa çakanı, altındaki altına sulanıp, üstüne siyanürle geleni affetmek gerekir mi?” diye bir soru ormana nasıl sorulur? Kaldı ki ben, filizlenmiş kızılcığın dallarını kıranın, sakaya kapan kuranın, yanık ötsün diye bülbülün gözlerini oyanın karşısında afsız öfke bağlarım. Cümlesini bağrında barındıran koca ormanın karşısına ‘affedici ve öfkesiz’ böyle bir soruyla çıkmak insana yakışır mı? ‘Varedeni mahvedene af’ hangi kitapta yazılı ki, benim kitabımda da yazılı olsun? Doktoru ‘Eyvah!” diye dinlememin nedeni de buydu zaten. Borsa tefecisinden, orman kundakçısına tarikat yandaşından sistem oynaşı liberale kadar eşkiyanın, soytarının, zalimin, arsızın, hırsızın hükümdar olduğu yerde yaşa, sonra da sağlığın için öfkesiz dur, affeden ol! Bu nasıl iş? Hayatın kulu için o hayatın neresinde tat kalır ki, arayıp da bulayım?

Doktor, “Uyuyabilmen için kafandaki düşünceleri silmelisin!” diyor “Kaygıdan uzak dur, merakı derinleştirme, geçmişi ve geleceği unutup o anın zevklerini öne çıkar!” Bunları nasıl yapabileceğimi, bu silginin nerede olduğunu sorduğumda ise söylediği şu: “Sende gizli!” Beni asıl yoran da bu! Bu giz benim neremde ki bir türlü bulamıyorum? Bir ara kendi kendime, ‘Oğlum bu gizi bulsan, silgisiyle kafandaki düşünceleri siler misin?’ diye sordum. Bu sefer daha çok kaygılandım! Hadi, ertesi gün ödeyeceğim kirayı unutayım, unutmak işime gelir! Ertesi gün yazacağım yazıyı unutursam ne olacak? Üstelik yazının konusunu öfke ve affetmezlik duygusuyla ‘Suçluyu ve suçun hesabını sormayı asla unutma!’ diye belirlemişken.

Doktorun ‘sigara, kahve, alkol gibi alışkanlıklardan ve uyku ilacı gibi yan tesiri olan önlemlerden uzak durmak, spora zaman ayırmak’ gibi öğütlerinin tabii ki ne derece önemli olduğunun bilincindeyim. Fakat, bu ‘yan tesir’ konusunda da kafam biraz karışık. Yan tesiri olmayan ne var? Evlilik mi?

Ne yapayım, neye baksam her şey bir yanından kafama takılıyor. Çözmeden akşam olsa uyku bana haram. Neyseki umudumla durulanmak, balkonumda yetiştirdiğim zeytinimle, iğdemle, narımla söyleşip oyalanmak gibi dua ve ibadet türü çarelerim var. İnançsız olsam halim harap!

Huyumu bilen bir arkadaşım geçenlerde, “Her şeyi takma kafana!” dedi, “Dünyayı sen mi kurtaracaksın?” O ölümsüz halk masalımız ‘Göğsü Kınalı Serçe’nin esiniyle dedim ki: “Kantarım kadar!” Masalda anlatılan serçe kaygı, telaş ve korkusundan tiril tiril, ayaklarını havaya kaldırmış, yerde sırtüstü yatmaktadır. Gelip geçenlerden “O halin ne?” diye soranları, öfkeli serçecik hemencecik, “Görmüyor musunuz, gökyüzünü kara bulutlar kapladı dünyamıza çökmesinler diye saf tuttum!” diye yanıtlar. ‘Senin gücün ne ki, dünyayı sen mi kurtaracaksın?” diye gülüşenlere, sözü hazırdır: “Herkesin kendine göre dirhemi, kantarı var!”

Serçe, meleğin kuş halidir. Esasında hayvanatın ve nebatatın hiçbirinde günah maya tutmaz. Dünyaya günah, daha doğrusu şeytanlık, insanla bulaşmıştır. Sağlıklı bir hayat için serçenin öğütlerini dinlemem bundandır.