"Sen Gidersin Yokluğun Kalır"*

Belki de artık hiç söyleyemeyeceğimi düşündüğüm için, duyduğum her “anne” sözcüğüne kulak kabarttığımı fark ettim yolculuk boyunca. Anneme karşı son görevimi yerine getirmek için İstanbul’a uçarken uçakta da, indiğim havaalimanında da böyle oldu. “Anne diyen ne kadar çok insan varmış” deyişimin nedeni bu.

Anne, somut bir varlık. O var olduğu sürece başvurduğunuz bir sözcük “anne”. Anneniz olmayınca, kelime kullanımdan kalkıyor haliyle. İnsanı, sadece sevdiği varlıklar değil, kavramlar da terk edermiş. Bunu da öğrendim. Baba demeyeli de herhalde bir kırk yıl olmuştur. Çok kötü bu.

Bir annenin ölümüyle neler kaybedileceğini söylemeye gerek yok. Yaşayanlar bilirler kuşkusuz. Benim için kaybedilen her şeyden önce çocukluğumdur. Kaç yaşında olursanız olun, annenizin ölümüyle bitiyor çocukluğunuz çünkü. Çocukluğum bitmiş oldu böylelikle. Oysa, memleketimizde büyümek çok kolay. Devlet sizi, erkekseniz, büyüdüğünüz için askere alıp savaşlara yolluyor, kadınsanız on sekiz yaşında büyüdüğünüze karar verip, kendi başınızın çaresine bakma hakkı veriyor. Büyüdüğünüzü düşünüp, işkence de ediyor biliyorsunuz. Türkiye de benzeri bir çok ülke gibi, bireylerini çocukluktan hızla çıkaran bir ülke. Ama anneniz varsa bunun bir önemi yok. Sizi çocuk görmeye devam eden tek bir kişi olsun var demektir hayatınızda. İki hafta öncesine kadar hala, benim de, “üstünü örtmeden sakın uyuma” diyen bir annem vardı. Şimdi kimsenin bunu merak edeceğini sanmıyorum. Üşümüşlüğümle başbaşayım artık. Kimse, çocukluktan çıkmak isteyip istemediğimi sormadı bile, canımı sıkan bu. Şımarmak da güzeldi bu arada. Şimdi, bu şımarma keyfinden de mahrumum. Büyümek çok sıkıntılı bir iş, anlayacağınız.

Annemin kaybıyla çok şey gitti hayatımdan. Onunla birlikte giden, aynı zamanda neşedir. Çok kavga ederdik. Bir gün, “yediklerine içtiklerine dikkat et, kilo alıyorsun, iyi değil sağlığına” diyecek oldum “bana karışamazsın, ben özgür bir kadınım” deyip çıktı. Yetişme çağındaki kızına ilişkin endişe duyan pimpirikli bir baba sandım kendimi o an. Sonrası, kahkahalar eşliğinde sarmaş dolaş bir anne oğul kucaklaşması tabii.

Uçak aprona yanaştığı anda telefonlar çıkarıldı, hemen aramalar başladı. Çoğu, “anne geldim” diyordu. Önceleri hiç dikkat etmezdim. Oysa ben de bunları iki hafta öncesine kadar söylerdim. Bu iki sözcüğü kullanan binlerce insanın dışına düştüğümü anlamam da pek fena koydu. Bunlar hep benim dışımda gerçekleştiği için de öfkeliyim ayrıca.

Anneme olan sevgim yüzümden çok da alay konusu olmuşumdur. En hafifi ana kuzusu olduğumdur. İlgisi yok oysa. Öyle annesinin sözünden çıkmayan, annesi için başkalarını kıran biri olmadım hiç. Zaten, kendi sevgisini başkalarınınkiyle kıyaslayıp, bundan pazarlık gerekçeleri çıkacak biri değildi annem. Ona olan sevgimin, başka sevgilerden çok farklı olduğunu, değişmezliğini bilirdi. Sever miydim peki? Hem de nasıl. Mümkün mü sevmemek? Öyle bir sevgidir ki, başka annelerde bile kendi annesini gören biri olmama yol açmıştır bu. Tek başına amma çok anlamlar ifade ediyormuş annem benim için, şaşkınlık içindeyim.

Anne sevgisiyle alay edilir mi? Herkes kendi çapında anne sevgisinden ötürü bir efsanedir elbette. Herkes bir anlamda Veysel Karani’dir ya da. Anne için yapılan fedakarlığa da, anne sevgisine de örnek olarak gösterilir Veysel Karani, bilirsiniz. Çok da isabetlidir bu. Bakıma muhtaç annesini bırakamadığı için, görme şansı da varken, İslam peygamberini görmeye gitmeyen bir din ulusu olarak bilinir. Elbette büyük fedakarlıktır. Elbette yapılmalıdır.

İyi ya da kötü yaptığım her şeyi benden duysun isterdim. Ara sıra televizyonlara telefonla bağlanır, haber geçerim. Asla kimseye söylemem de bunu. Söylenmemeli zaten, düpedüz görmemişlik olur çünkü. Ama sadece anneme haber verirdim, görsün de mutlu olsun diye. Yıllar önceydi, ilk kez televizyona haber için bağlanacaktım. Haber verdim anneme. Sonra da aradım, “nasıl buldun anne?” demek için. Ne cevap verdiğini inanın, o anda duyduğum utançtan ötürü hatırlamıyorum bile. Muhtemelen beğenmiştir, ama söylediklerini duyacak hal bırakmamıştı bende. Apartmandaki tüm yaşlı kadınları toplayıp seyretmiş meğer. Nasıl kepaze hissettim kendimi anlatamam. “Yahu anne olur mu böyle şey, en fazla üç dakika göründüm, neden topladın bütün ahaliyi?” diye çıkıştım bir hayli. “Ne var bunda oğlum, çok gurur duydu komşular” oldu cevabı. Her fırsatta övgüler yağdıracak bir takdir makamından yoksun olmak demekmiş anne kaybı. Bunu da anladım.

Çok insan kaybettim. Kayıplarımın arasında gencecik bir yeğen de var, dört ay önce yitirdiğim bir ağabey de. Yakınlarımın kaybının beni yalnızlaştırdığını düşündüm hep. Anne kaybı ise kimsesizleştirirmiş meğer. Ne işime yarayacak bilmiyorum ama bunu da öğrendim. Felaket bir durum bu.

Genç bir anne kendisini kızdıran oğluna öyle bir, “seni gebertirim” dedi ki havalimanında, vermeye çalıştığı tüm dehşet görüntüsüne rağmen, kimseyi inandıramadı elbette. Dünyanın en sahte öfkesidir anne öfkesi. Benim anneminki de öyleydi. Kaç defa, “artık seni merak etmeyeceğim” diye sözümona beni cezalandırmaya kalkmıştır öfkesinden. Bunu dediği gün, ne kadar akraba vs varsa, nedense telefon yağmuruna tutarlardı beni, hatırımı sormak bahanesiyle. Sorduranın annem olduğunu gayet iyi bilirdim. Hayatımdan çekip giden, endiseleri gerçek, öfkeleri sahte olan bir varlıktır.

Londra’ya indiğimde, günün hangi saati olursa olsun değişmeyen diyaloğumuz şuydu annemle:

İndim anne merak etme

Şükürler olsun, artık rahat uyuyabilirim.

Rahat uyu anne.

Nurlar içinde uyu.

* Fazıl Hüsnü Dağlarca