8 Mart dolayısıyla Tango...

Bilenler, “onun da bir başlangıç, gelişme, bitiş bölümleri olduğundan hikayeye benzer” diyorlar Tango için. İspanyol kültürüne ait sanırız ama aslında Fas kaynaklı bir danstır Tango. Ondokuzuncu yüzyılda kadınların tek başına yaptıkları bir dansken daha sonra erkeğin de katılmasıyla, bir dizi değişiklikten sonra o çok bilinen haline gelen bu güzel dans özellikle Arjantin’de darbelerle anımsanır. O korkunç darbe günlerinde sessiz bir tepki olarak binlerce insanın tango yaptığı bilinmedik değildir. Evita müzikalinden hatırlıyorum Eva Peron’un ölüm haberinden duydukları acıyı tango yaparak ifade eden kişilerin canlandırıldığı bir sahne vardır bu müzikalde.

İspanyol göçmenler aracılığıyla girdiği Amerika’da Tango’ya küçük bir ekleme yapıldı. Erkeğin kollarındayken kadın dansçı başını sertçe arkaya, sağa, sola atmaya başladı. Bunun nedeni (eğer bir kent efsanesi değilse) kadının, o dönem pek de temiz olmadığı bilinen Amerikan erkeğinin ağız kokusundan kaçmasıydı derler. O sert baş çevirme hareketi tangoya muhteşem bir güzellik kazandırdı böylelikle. Müsibetten hayır da gelir diyenler doğru söylemişler. Kadının kendini erkeğin rahatsız edici kokusundan kurtarma çabası Tango’da olumlu sonuç verdi. O sert baş çeviriş erkeğin hakimiyet alanına itiraz kabul edilmelidir, bence. Kendi ağız kokusunun farkında olmadığından (egemenliğinin keyfini sürerken fark etse de bir şey değişmezdi) kollarındaki kadının rahatsızlığından habersiz olan erkek için o kadın sanki iktidarının doğal armağanıdır ona. O baş çevirişi farkettiğinde “itiraz etmemeliydi, katlanmalıydı” vs diye hırladığı da olmuştur belki sonradan.

Tangoda bu güzel figürü hijyenik bir gerekçeye borçluyuz yani. Amerikan kovboyunun tütün, içki, sarımsak karışımı ağız kokusu hiç beklenmedik bir alanda işe yaramış belliki. Kadının “başını” erkekten “kaçırabileceği” alanların çoğalması için mücadele eden yürekli kadınlar işi Tango’daki meydan okumayla sınırlamadılar elbette. Clara Zetkin’ler, Kollontai’ler “erkek egemen anlayışa karşı” mücadelenin teorisini oluştururlarken, örneğin Edith Nespit gibi büyük edebiyatçılar yaşam biçimleriyle bu mücadeleyi “kamusal” alana taşıdılar. Nespit’in, yaşadığı yıllarda hem hemcinslerini hem de erkekleri şaşkınlığa düşüren en büyük “eylemi” neydi, anımsar mısınız? Sigarasını bir erkek gibi sarmasıydı. Diğer sansasyonel tavrı ise saçlarını kısa kestirmesiydi. Bugün yapılması halinde kimsenin dikkatini çekmeyecek bu tavırları hayata geçirmek kadınların onlarca yılını aldı. Tango yapan kadının “erkeğin ağız kokusundan” uzaklaşmasının toplumdaki izdüşümü, içinde gömüldüğü, dışarıya kapalı alanlardan “uzaklaşmak” oldu. Emily Bronte, bu kapalı alanları edebiyat yoluyla açmayı ilk denediği zaman, bir öyküsünü yolladığı derginin editöründen “siz ne yaptığınızı sanıyorsunuz? Edebiyat kadınlara göre bir iş değildir” yanıtını almıştı. Bugün Bronte’nin adını bilmeyen yok ama o editörün kim olduğuna edebiyat tarihinin bir iki sayfasında rastlanabilir ancak. Sigarasını kendi yakmak için de, öyküler yazmak için de aynı mücadeleyi vermiştir kadınlar. İkisini de elde etmeleri kolay olmamıştır çünkü.

O nedenle kadınların özgürlüklerinden, bağımsız karar verebilmelerinden söz ederken, “erkeğin hakimiyet alanına meydan okuyan” kadın mücadelesinden haberdar olmak gerekir. Haberdar olunmuşsa eğer, özgürlüğün anlamının ne kadar geniş olduğu da hep akıllarda tutulmalıdır.

Bir kaç yıl önce, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı tartışmaları sürerken, kadın özgürlüğünden sadece türbanı anladığı ortada olan Bülent Arınç “siz kadınlarımızı köle mi sanıyorsunuz?” diye gürlemişti, anımsarsınız. Arınç, diktatör eskisi Evren’in Gül’ü kastederek sarfettiği pek yersiz, o oranda da pek komik olan, “Çankaya’ya eşinin başını açarak çıkarsa kabulümdür” cümlesine kızmıştı aslında. Oysa Arınç’ın kadınların türbanlarını açıp açmamalarının kendi sorunları olduğunu söylerken bir erkek olduğunu anımsaması gerekirdi. Kadınların başlarını açıp açmamada özgür olduğunu söylemek yine bir erkeğe düşmüştü yani. Nespit de, Bronte de bu hakkı Arınç’a vermezlerdi. Asla.

Özgürlükten kadınların anladığını değil, erkeklerin kadınlara layık gördüğü özgürlüğü anlayan Arınç, işin içine dini gerekirlilikler girdiği zaman, özgürlüğün sözkonusu olmadığını elbette bilirdi. Yani “kadınlarımız özgür” dediğinde, “başını açmakta da özgürdür” diyemiyordu. Diyemezdi. Ama, çıkışları yersiz olan Evren gibilerine yanıt vereyim derken kendi inancıyla çelişkiye düştüğü gibi –ki bu onu ilgilendirir- toplumun gözünün içine baka baka doğru söylememiş de olur. Örtünmeme “özgürlüğünü” kullanmaya kalkan kadının karşısına elbette erkekten önce o dini gerekirlilikler çıkar. Yani özgürlük, örtünen kadın için bağımsız olarak verebileceği bir karar değildir.

Bu nedenle Arınç’ın Evren’e karşı yaptığı o çıkış, özgürlük kavramını kafasının estiği gibi kullanarak Zetkin’den, Kolontai’den, Bronte’den rol çalmaktı. Arınç benzeri erkekler susmalı, kadınların özgür olup olmadıklarını kadınların ifade etmesine şans tanımalıdırlar oysa.

8 Mart yaklaşırken hatırlatmakta yarar var kadınlar fazla bir şey istiyor değiller. İstedikleri “ağız kokusunu” çekmek istemedikleri erkeklerden biraz olsun uzak durup dans etmektir.

Hepsi bu.