Marksçılık Yapısalcılık mıymış?

Kojin Karatani'nin Transkritik adlı yapıtını incelemeyi sürdürüyorum. Önceki yazıda olumlu bulduğum yanları üstünde durmuştum. Şimdi onu biraz "transkritikten" geçirelim.

Diyalektik maddeciliği Engels'le birlikte Marx'ın kurduğu bilinir. Marx diyalektik yöntemi en gelişkin haliyle Hegel'den almıştır. Yöntemin aslı tez-antitez-sentez üçlemesinin durmaksızın yinelenmesidir. Karatani, diyalektik maddeciliği açıktan karşısına almıyor, ama tarihsel maddeciliği hedef tahtası seçiyor. Onun neredeyse tek başına Engels'in ürünü olduğunu iddia ederek. Diyalektik maddeciliğin de bildiğimiz haliyle pek yetersiz kaldığını düşünüyor ki, transkritik adını verdiği yöntemi öneriyor bize. Bu yöntemin ilk uygulamalarının önce Kant'ın, sonra da Marx'ın çalışmalarında bulunduğunu ileri sürerek. Transkritik adı da zaten doğrudan Kantçı bakış açısından doğuyor. Kant'ın "Kritiği" ve yine onun "transandantal" yöntemi.

O zaman durdurup soruyoruz. Bu yeni Kantçılık değilse, yeni nedir onda? Zizek'in de yardımıyla Karatani yanıtlıyor: Tezleri çarpıştırıp yeni sentezlere varmak boş bir iş. Birbirine karşıt görünen tezlerin açık noktalarına, zayıflıklarına, çatlaklarına, söylenmemiş açılımlarına bakacaksın. Hepsinden yararlanacaksın. Üst kuram böyle çıkar. Başka bir açıklama: Bir olguyu tek açıdan, tek kişinin gözünden incelemeyeceksin, birçok açıdan inceleyeceksin ama sonuca tüm bu bakışları basitçe toplayarak varmayacaksın. Doğruya en yakın izlenim, tüm bu değişik bakışların üst üste getirilmesiyle elde edilebilir, ya da aynı şeye durmadan kayan bir açıdan bakmakla.

Laf olarak söyleyince gayet hoş bir buluş ve yeni bir keşif gibi geliyor kulağa da, iş uygulamaya gelince? Bizim köşe yazarlarının sakız ettiği, halk söyleminde bile yer etmiş "çok yönlü bakış"tan ne farkı var bunun? Diyalektik yönteme üstünlüğü ne? Evet, yepyeni bir cihaz bulunduğu iddia ediliyor. O zaman gösterin, nasıl kullanılıyormuş ve ne işe yarıyormuş cihaz. Gösteriyorlar: Dağ fare doğuruyor.

Sözü uzatmadan, ne kadar karmaşık, anlaşılmaz ve mükemmellik iddiasında görünürse görünsün Marksist bir tezi tartmak için basit birkaç ölçütümü kullanma hakkımı devreye sokuyorum. Ölçütlerimden biri şu: Yeni yazarın Engels'le arası nasıl? Engels'in bana göre iki önemli özelliği var. Birisi felsefeyi insanların anlayabileceği, kafa karışıklıklarını en aza indirici bir hale getirmeye çalışmak. Toplumu dönüştürmeye çalışan insanların toplum içindeki oranı hep küçük bir azınlıksa ve bu azınlığın da büyük bölümü felsefeden anlamıyorsa, devrim nasıl yapılacak? Ve buna rağmen yapılmışsa, ne yapalım biz öyle devrimi ve ne yapalım biz öyle felsefeyi! Engels'in basitleştirmesi belli yerlerde nitelik düşmesi ve hataya yol açması anlamında bir basitleştirmeye varabilir. Ancak o, aydınlatıcı felsefeciler kuşağının adamı. Karatani Engels'i hiç sevmiyor. Çünkü Karatani felsefeyi ulaşılmaz kılan, felsefeyi karartan felsefecilere sempati duyuyor.

Engels'in iyi bir özelliği felsefeyi bilimle kaynaştırmaya çalışması. Çağının bilimsel verilerini topluyor, diyalektik ve tarihsel materyalizmi kanıtlamak ve güçlendirmek için kullanıyor bunları. Bazı noktalarda hatalar yapmış olabilir, kim mutlak doğru ki. Karatani tipi felsefeciler ise bilimi bir yana koyup sorunları akılla ve eski metinleri okuyarak çözme iddiasındalar. Bunu şuradan anlıyorum. Karatani sık sık psikolojiye atıfta bulunuyor. Psikolojiden tek anladığı ise Freudculuk ve Yeni Freudculuk. Psikolojide ve psikiyatride ulaşılan onca ileri noktalara karşın, evet, yine Freudculuk.

Freudculuğun sahte bir bilim olduğunu, hurafeye dayandığını biliyorum. Marksist olduklarını iddia edip Freudculuktan kurtulamamış yığınla "önemli" düşünür mevcut Batı'nın sol medeniyetinde. Lacan, Adorno, Althusser, Deleuze son olarak Zizek. İşte benim bir ölçütüm de Freudculuk. Böyle bir işareti gördüğümde orada bir bit yeniği olduğunu anlıyorum. Ve tabii bir de yapısalcılık. Freudcular ve yapısalcılar, daha kötüsü Freudcu yapısalcılar... Söyledikleri bir doğru şeye karşılık en az dört kere zırvalayan söz hokkabazları... Bu "yapı"lardan tek devrimci akım çıkmamıştır, bir tek ciddi direniş hareketi gelişmemiştir. Hepsi birden post-modernizmi hazırlamışlar, oluşturmuşlardır.

İşin garip yanı post-modern çağdayız ve bu cins düşünürlerin bazıları post-modernizme de karşıdırlar. Birçok liberalin liberalizme karşı görünmesi gibi. Birçok post-modern ve liberal karşımıza anti-kapitalist, Marksist ve hatta Leninist kılığında çıkıyor. Tam bir kabus! Ne demişler diye merak ederek eserlerini okumanız dahi eğer varsa bir devrimci enerjiniz, çoğunu emip bitiriyor.

Neden sol entelektüel camiada tüm eleştirilere karşın yapısalcılığın, Freudculuğun dokunulmaz kabul edildiği ayrı bir yazının konusudur. Şu kadarını söyleyeyim ki entelektüeller arasında bu inanç sistemlerine bağlılık, her hangi bir sözünüzün tartışılması için değil, sadece dinlenilmesi için bile ön koşuldur.

Karatani Lenin'e de karşıdır. Ve Lenin de çağının bilimsel gelişmelerini yakından izleyen ve ona göre düşünen biriydi. Bana göre en az Marx kadar büyük Marksistti. Katkısı, Marksizmin uygulanabilirliğini, kanıtlamanın ötesinde, bana göre toplumda her zaman azınlık kalmaya mahkum devrimci çevreyle en ileri neler yapılabileceğinin kuramını oluşturmasıydı. Bugün Marksizm diye bir şey tartışabiliyorsak bunu Lenin'e borçluyuz öte yandan. Çünkü Ekim Devrimi gerçekleşmeseydi Marx ikinci sınıf felsefeciler arasında ara sıra adı anılan biri olarak kalacaktı. Karatani'nin Lenin karşıtlığı onun güçlü ve devasa bir devlet mekanizması yaratmasından ötürü. Bir de "para"yı (kendiliğinden kapitalizmi üreten "para"yı) ortadan kaldırmayı, "para" olmayan bir para yaratmayı hedef koymadığı için.

Sosyalist sistemde devletin hızla sönmesi gerektiği Marksistler için bilinen bir şey. Anarşistler zaten temelden devlete karşı. Sosyalist yeni ekonominin parayı ve metayı bu şekliyle ortadan kaldırması gerektiği de söze gelince kabul edilir. Fakat bunu başarmak o kadar kolay mı? Anarşistler bırakın toplumdakini, kendi aralarındaki hiyerarşiyi ortadan kaldırmayı başarabilmişler mi?

Karatani'nin yeni ve güçlü bir felsefi silah olarak ileri sürdüğü transkritikle vardığı nokta, klasik anarşizmin ulaştığı noktadan çok ötelerde değil. Üretim ve tüketimi birlikte temel alan kooperatifler kuracağız. Kolaydı bunları kurmak! İnsanın örgütlenmeye karşı bu denli inatçı direnci varken kolaydı milyonları bir araya toplamak! Hadi bunları başardınız, kolaydı tekelci kapitalist işletmelerle baş edip ayakta kalabilmek.

Karatani'nin bir olumsuz yanı da şu: Ya bunları dünya çapında uygularsınız ya da edimleriniz hiçbir işe yaramaz demeye getiriyor. Başta Latin Amerika'da olmak üzere emperyalizme karşı ulusal direnişleri (ki içinde sosyalist bir nüve barındırıyor çoğu) küçümseyen bir bakış. Gerçek anti-kapitalistleri söylemde anti-kapitalistlerden ayıran en önemli ayraç nedir biliyor musunuz? Söylemde anti-kapitalistler kapitalizmi yayar, sündürür, soyutlaştırırlar. İktidar odağı göstermezler, devlet ve üretim araçları kimin elinde, ilgilenmezler, emperyalizm gerçeğini unutuverirler. Emperyalizm gerçeği unutulduğunda ona karşı mücadele de unutulur, emperyalizmin kışkırttığı milliyetçi ve dinci akımların siyasi ortamı sis içinde bıraktıkları da fark edilemez. O sis içinde nasıl hareket edilmesi gerektiğine dair dişe dokunur bir şey söylenmez. Tüm bu hayati zayıflıklar yapısalcı ideolojinin nedeni ve sonucudur.

Karatani liberalizme, post-modernizme karşı bir düşünür. Bu olumlu bir özellik. Lakin söylediklerinin bazıları post-modernlerin ve liberallerin söylemleriyle bire bir örtüşüyor. Büyük bir ideolojik silah olarak öne sürülen transkritik, "parallax view"la uçarak da baksa kaçarak da baksa Nasrettin Hoca'nın "Sen de haklısın" fıkrasındaki gibi felsefi bir orta yolculuğa dönüşüyor.

Yineliyorum, Karatani'nin buluşu olmamakla birlikte tekrar gündeme getirdiği özgürlük ve etik birlikteliği üstünde durulmalı, tartışılmalı. Ben o noktada Karatani'ye yüzde yüz katılıyorum. Üretim eksenli mücadeleye muhakkak tüketim ekseninin de ciddiyetle dahil edilmesi gerektiği fikrine katılıyorum. Bunu Marx'a dayanarak temellendirirken ortaya serdiği artı-değer çözümlemesi yeni bir şeydir. İktisattan fazla anlamıyorum, ama bu artı değer yorumu da bana doğru geldi, tartışılmalıdır. Marx'ın "para" kavrayışı tekrar tartışılmadır.

Tartışılmalı derken, "yeni" ve "özgün" olan hiçbir düşüncesi hiçbir Marksistçe adam gibi tartışılmamış bir yazar olarak haddimi biliyorum. Ben tartışılmalı dediğim için kimsenin tartışmayacağını biliyorum. Özellikle üstünde durduğum noktaların tartışılmayacağını biliyorum. Devrimci hareketle felsefenin güçlü birlikteliği Lenin'den sonra kopmaya başlamıştır. Felsefe bir yanda, bilim bir yanda, devrimci hareket tamamen öte yanda kalmıştır. Felsefeyi "artist"ler yürütmektir artık. Boşta görüp kaptıkları her rolü oynayabilen "artist"ler. Felsefe de edebiyat gibi artık para, ün, erk için yapılıyor. Felsefeyi izleyenlerin çoğu artık ona bir hobi, bir okuma biçimi olarak bakıyor. Sol siyasetçiler dahil ezici insanlık çoğunluğuysa felsefeyle değil, içgüdülerle yolunu buluyor. Felsefe denilen şey, şu en çok okunanlarsa eğer, öylesi daha hayırlı diye düşünmeden edemiyor bazen insan.

İçinde yaşadığımız sistem iğrenç bir sistemdir ve insanlığın büyük çoğunluğu ondan hoşnuttur. Hoşnut olmayanlarda da onu yıkıp uzun dönemler için doğrusunu ortaya koyacak irade oluşmamaktadır. Bu niye böyledir? Çözümü nedir? Felsefe böyle şeyleri araştırmalıdır. Onları tartışıp araştırırken de masallardan, laf cambazlıklarından değil bilimden medet ummalıdır.