1 Haziran’a bir Haziran yazısı

Her söylenenin bir tekrar niteliği taşıyacağı, orasına burasına benzer ya da farklı açılardan değinilmiş olacağı kesin, Haziran’dan söz açılacaksa.

Bir yıldır süregelen sosyal ve siyasal analizlerin odağında doğal olarak duran muazzam bir pratiğin, klasik öğretidekine uygun anlamıyla teorinin önünü açtığı ise oldukça tartışmalı.

Eğer bir çırpıda yerine getirilememiş “arzu”ları, genel doğrular eşliğinde dile getirmeye teori demeyeceksek tabii. Ya da, aynı anlama gelmek üzere, eşyanın tabiatına aykırı savunuları, “temenni” yerine siyasal önerme diye adlandırmayacaksak.

Önce üzerinde anlaşmaya varılmış gibi görünen noktalardan, tekrarında yarar olanlardan gidelim:

Haziran, her ne kadar yaklaşan yıldönümü nedeniyle gündeme gelse de, bu kronolojik bakışın sınırlarına hapsedilemez. Zamana ve mekâna bağlı olmaktan çıkmıştır.

Yad edilecek, “haydi ekibi yeniden kuruyoruz” repliğine malzeme olacak, Gezi’de toplanma ıslığı çalınacak kadar basite indirgenmesi kabul edilemez.

Haziran, o tarihte, toplumun genine yerleşmiş ya da uyanmış bir isyan, kendine güven, kararlılık olarak, yeniden ve yeniden aynı noktada ateşlenmenin ötesinde bir süreklilik hali kazanacaksa, dahası kazanmışsa, sadece bir dönüm noktasını imlemektedir, o kadar. Dönüm noktasının önemi, döne döne tekrarlanması beklentisinden sıyrılmak anlamı taşımasından gelir.

Haziran bir ruhsa, seçimlerde oy sandıkları için verilen mücadeleye, üniversitelerde direnişe, Soma’da işçinin ayağa kalkışına, bir vapurda müzisyenlere müdahaleye sessiz kalmamaya, yeniden komşudan bir tutam tuz istemeye dönüşe sinmiştir.

Artık Haziran bir ay değildir, yıldönümlerinde, “haydi kımıldayalım” can çekmelerinde, “Gezi’yi fetih” töreni değildir. Kimse, yıldönümü anma/kutlamaları sönük geçti diye üzülmesin, ya da Taksim’e çıktık sevinci yaşamasın boş yere. Diriltilmesi gerektiğini sandığı bir ruhu oradan çağırmasın, o ruhun her gün bir başka yere gelip tahtaya vurduğuna baksın, orada olsun.

Bir zamana, bir mekâna, bir anıya, bir heyecana daralmasından, çok daha ileri bir noktaya taşmışlığını görmeyi ve anlamayı sekteye uğratacak bütün güzellemelerden ve “savaşkanlık figürleri tektipleştirmeleri”nden kurtarılmalıdır Haziran.

Dillere yapışmış “ezber bozma”yı, bir toplumsal pratiğin beklenmeyen boyutta yükselişiyle bağını sağlıklı kurmadan söyleyip durmak, bir noktadan sonra, devrimler pratiğinin temel bilgilerini “ezber” görüp, bunu bozmaya varabilir.

Haziran’da ayağa kalkan kitleler, hâkim sınıfın AKP temsiliyle yönetemez hale gelişini tamamlayan keskin bir çelişmeyi açıktan resmetmiştir. Bununla birlikte, “bu koşullarda yaşamak istememek” ile “eskisi gibi yaşamak istememek” arasındaki açı ve subjektif etkenin ağırlığının hissedilmemesi nedeniyle, “devrimci durum”u, hemen akabinde “devrim durumu”na sıçrama noktasını imlememektedir. Gene de, “taviz vererek” böyle adlandırsak ve bir yanılsamayı paylaşsak da, sonuç değişmez.

“Devrimci durum”u hayranlıkla seyre dalanlar, “durum”un bir parçası olmaya kendilerini kaptırdıklarında, bunu “devrim durumu”na yöneltecek öncünün belirleyici rolünü gözden kaçırabilirler. “Ezber bozma” retoriğinin öncüyü sıradanlaştırma çağrısına tekabülü, kabul, hayhuy içinde kokusunu çabuk vermez.

Özdemir Asaf’ın, “uzağa değil usta, öteye hep öteye gitti, yalnızlığı bundandır” deyişi, zaman gelir, öncü-kitle diyalektiğinin sorgusu olur.

Zaman gelir, fener alaylarına tamamını görecek, rotasını kestirecek, bir yola sevk edecek mesafeden bakmayı becerebilme misyonuna “yalnızlaşma”, meşalelerin uzağına düşme kulpu takılır. Ama “devrim durumu”nun inşasının tarihsel “ezber”i, “devrimci durum”un “öncü bir parçası” olmakla yetinmemek, ötesine gözünü dikmektir.

Atalet, bir eylemlilik tarzına değil, rolünü erteleyip ertelememe noktasına ilişkin bir tanım olmalıdır, tıpkı ataklık gibi.

“Yepyeni bir sosyolojik olgu”, sınıflar, katmanlar, öbekler açısından yapısal bir değişimin kanıtlarına değil, bu kesimlerin bir ayaklanmada buluşmasına dayanarak ileri sürülen bir tezse, devrimci alfabe anlamında bir “ezber” bozulmuş demektir, şaşırtıcıdır. Alfabe düzeyine inen bir pratiğin dersleri muhabbetine düşmek demektir, üzücüdür.

“Hareketin” bir parçası olmak doğrusundan yola çıkıp, bu doğru, masalın “bir adımda on bin fersah kat etme” beklentisini karşılamayınca, devamında ona tabi oluşun, ona benzeyişin gerekliliğine varmak, “hareketi” yönlendirme, bir üst evreye kanalize etme iddiasından vazgeçiş anlamına gelir. Bu, elbette böyle bir telaffuzla dışavurulmaz. Nasılsa bunu bir potaya dökmeye, “derhal” güç yetirilemeyeceği, bütün yapıları aşan bir heterojenlik gerçeği kaya gibi durmaktayken orta yerde, öncü vurgusunu önemsizleştirecek tarzda, “kendiniz gibi durarak yapamazsınız” yönünde girilen her bahis, kazanılacaktır.

Ama öncü iddia, “yapılabilecekler” listesinin gerçekçi dökümünden ibaret kalmaz, “yapılmazsa olmaz”ları da cesaretle sıralar, uzağa değil, öteye gider.

Bu “öteye gidiş”in bir anlamı da, “sol eskisi gibi parça parça durmasın, birleşsin” iyi niyetiyle arasına bir hat çekmeyi göze alıştır ki, buna genişçe değinelim daha sonra...