Siyasallaşmış dinde hoşgörü yoktur

Amerikan dönüşümü Türkiye’de yeni bir resmi ideolojinin oluşturulmasını buyuruyor oluşturuyorlar ve hayli yol aldılar. Bu yeni resmi ideolojinin teorik manifestosunun CIA İstasyon Şefi Fuller’in Yeni Türkiye’si ve Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik’iyle yazıldığını biliyor, uzun zamandır üzerinde duruyoruz. Resmi ideolojinin dört başı mamur olması gerekmiyor her duruma dair hazır yanıtlara sahip olmak durumunda değil. Kitlelerin bilincini, alışkanlıklarını, davranışlarını, kültürünü, değerlerini belirleyen bir çerçeve çıkarıldıktan sonrası anonim hale geliyor. Bunun için tarihi yeniden yazacak, kültürü yeniden şekillendireceksiniz. Yapıyorlar…

Toplumun dinselleştirilmesi, siyasallaşmış dinin kültürün, toplumsal davranışın dokusuna nüfuz etmesi, yeni resmi ideolojinin ana payandasıdır. Din ideolojisiyle yoğrulan değer yargılarının kitleleri yönetmenin bir aracı haline getirmek de bu payandanın asli bileşenlerinden bir tanesi. “Hoşgörü”den söz edince akla derhal dinsel ve milliyetçi kodların gelmesi değerlere takla attırmanın tipik ve etkili örnekleri arasında sayılabilir.

Hoşgörü kavramının kendisinin din ideolojisiyle ve “uzlaşma kültürüyle” iç içe olduğu söylenebilir. Burada konuyu felsefi olarak tartışma imkanım yok. Bu nedenle bazı kestirme sözlerin etmemin anlayışla karşılanacağını umuyorum.

Nihai hedefi insanlığı sömürüden, eşitsizliklerden ve sınıflardan kurtarmak olan Marksizmin, Aydınlanma geleneğinin eklektik kavrayışını aşan ve kavramı gerçek anlamda yeryüzüne indirerek sekülerleştiren bir “hoşgörü” anlayışına sahip olduğunu düşünüyorum. Kastımın “burjuvaziyi de hoşgörümüzle yeneceğiz” olmadığını söylememe gerek yok sanırım. İnsanlığı zincirlerinden kurtarma, tarih öncesini bitirip tarihi başlatma mücadelesi başlı başına büyük insanlığa karşı derin bir sevgi ve bağlılıkla verilebilir. İnsana olan bu köklü inanç, zaaflarıyla bir bütün olan insanı hoşgörebilme kabiliyetini de içerir. Nasıl ki insanlığa olan inancımızı soyut bir “hümanizme” eşitlemiyorsak, hoşgörümüzü de egemenlere öteki yanağımızı dönmeye ve uzlaşma kültürüne eşitlemiyoruz.

Bu bahsi açmamın sebebi şu: Hoşgörülü olmayı dinselliğe terk etmenin bir bedeli olduğunu yeni resmi ideoloji bize acı derslerle öğretiyor. Geçtiğimiz hafta Tophane’de yaşananları bir hoşgörüsüzlük örneği olarak gören, “nerede kaldı İslam’ın hoşgörüsü?” sorusunu soranların sayısı, yeni resmi ideolojinin ne düzeyde yerleşiklik kazandığını ölçen bir barometre olarak değerlendirilebilir. Sümela Manastırı ve Akdamar Kilisesi’nde yapılan ayinlerin canlı yayınlarla “işte hoşgörü budur” hezeyanına dönüştürülmesi bir başka örnek olarak gösterilebilir. Ya da isterseniz Başbakan’ın “referandumda hayır oyu verenlerle de empati kuracağım” mealindeki sözleriyle mest olanları örnek alabilirsiniz. Bütün bunların AKP’ye karşı direncin kırılması için atılan adımlar olduğunu ve bütün değerleri dinselleştiren bir ideolojiyi bağrında taşıdığını görmemek için herhalde Gürsel Tekin olmak gerekir.

Hoşgörü denilince ortalığı toplumun iliklerine kadar işleyen bir mütedeyyinlik havasının kaplaması AKP’nin önemli silahlarından bir tanesi… Süreç iktidar partisi için bir çeşit günah çıkarma ayini olarak işliyor. Kendisine direnenleri ruh hastası olarak gören iktidar, her “hoşgörü” çağrısıyla hem günahlarından arınıyor hem de “delileri de ideolojime kazanarak kurtaracağım” diyor.

AKP takımının elinde hoşgörü, Tophane’de atılan dayağın, Trabzon’da öldürülen rahibin, Malatya’da boğazı kesilenlerin veya Hrant Dink’in unutulmasını sağlayan bir tür hapa dönüşmüş oluyor. Hapı zemzem suyuyla yutturuyorlar.

Buna izin vermemek ve AKP’nin yerleştirmek üzere her türlü baskıyı ve dalavereyi çevirdiği bu karanlık ideolojinin hoşgörüyle hiçbir işinin olmadığını göstermek, gerici iktidara karşı direnci ayakta tutmak durumundayız. Hoşgörü kisvesi altında biat kültürünün dayatılmasının, karşıtlarına tedavi edilmesi gereken mahluklar olarak bakılmasının faşizme özgü siyasi davranışlar olduğunu daha geniş kesimlere anlatmakla yükümlüyüz. Ve siyasallaşmış dinde hoşgörünün, anlayışın, insan sevgisinin yerinin olmadığını usanmadan dile getirmeliyiz.

Çünkü siyasallaşmış din bölücüdür ve bölücü olduğu için de hoşgörüyle hiçbir ilişkisi yoktur. Siyasallaşmış dinin takla attırdığı hoşgörü Sümela’da ayin yapıp, Trabzon’da rahip kesmektir. Siyasallaşmış din hoşgörüye, kadının her anlamda özgürleşmesi için tavizsiz bir mücadele verilmesine değil, türbanla üniversiteye girme “özgürlüğü” üzerinden anlam yüklenmesini vaaz etmektedir.

Siyasallaşmış din bölücü ve gaddardır bu hep böyleydi, din hep bir örtü ve falsifikasyon aracı oldu. Topraklarımızın tarihinden, yaklaşık altı yüz yıl öncesinden söz ederek bitirmeme izin verin.

Yunanlı komünist tarihçi Yannis Kordatos, ilk baskısı 1931 yılında yapılan “Bizans’ın Son Günleri” başlıklı çalışmasında imparatorluğun çözülüşüne ve İstanbul’un Osmanlı tarafından fethine farklı bir yerden bakıyor. Kordatos’un belgelere ve önemli tarihçilerin yazdıklarına dayanarak ileri sürdüğü ana tez şu: Dinin artan siyasallaşması çöküşün bir sonucudur ve beraberinde Bizans halkının Latin egemenliğindense Osmanlı egemenliğini bir kurtuluş olarak görmesini getirmiştir. Şehrin kapılarını açtıran İslam’ın ve Osmanlı’nın hoşgörüsünün cazibesi değil, tekfurların ve papazların bir kısmının çıkarlarıdır.

Son imparator Konstantinos Paleologos, hem İstanbul’un Osmanlı tarafından fethedilmesine engel olmak hem de Mısır’dan Suriye’ye, Filistin’den Mora Yarımadası’na kadar büyük mülkler edinerek feodal toprak sahipleriyle ittifak kuran manastırların gücünü kırmak üzere Papalığın, yani işgalci Latinlerin, kiliselerin birleştirilmesi talebini kabul etmişti. Birlik ayini 12 Aralık 1452’de Ayasofya’da yapıldıktan sonra Ayrılıkçıların lideri Lukas Notaras, “Şehre Latin serpuşu yerine Türk sarığı hakim olsun daha iyi” diyecekti. Osmanlı hakimiyetini Latin egemenliğine yeğ tutan Ayrılıkçılar, Ayasofya’da ayin yapılmasını haram ilan etmişlerdi. II. Mehmed burada Fatih Sultan oldu…

Kordatos’a göre Ayrılıkçılar, İstanbul’un düşüşünde çoğu tarihçinin iddia ettiğinden çok daha önemli bir rol oynadılar ve şehrin bir bölümünün Osmanlı’ya teslim edilmesi karşılığında kendileri için kısmi bir dokunulmazlık kazandılar. Kordatos böyle bir anlaşmanın yapıldığına kanıt olarak, Patrik Theoliptos’un 1519’da kiliseleri yıkarak hıristiyanları müslümanlaştırmaya karar veren I. Selim’e, “bunun şehrin teslim olmasıyla ilgili anlaşmaya ve Kuran-ı Kerim’e aykırı olduğunu” söyleyerek karşı çıkmasını gösteriyor.

Latin egemenliğindense Osmanlı egemenliğini tercih eden Ayrılıkçılar, İslam’ın ve Osmanlı’nın hoşgörüsüne mi güvendiler? Kordatos’un tezinin merkezinde duran şu cümleler bu soruya yanıt veriyor: “Bütün halk, ancak yeni bir devlet egemenliğinde tefeciler, ağır vergiler, baskılar, yabancı istilaları, savaş maceraları ve soygunlardan kurtulacağına inanıyordu. Güçlü sınıflar ise sadece kehanetlerle yetinmiyor, Latinlerin yeni bir Haçlı seferini önlemek için bu yönde siyasi temaslar da yapıyorlardı” (Y. Kordatos, s.38).

Dinselleşmedeki yoğunlaşma ve bunun doğurduğu ayrışma, çözülüşün ve çürümenin bir sonucuydu. Dinin artan siyasallaşması bölünmeleri tetikledi ve şehrin kapılarını araladı. Çoktan çürümüş Bizans’a biçilen kaftanın üzerine ise daha sonra kimilerince “Osmanlı’nın ve İslam’ın hoşgörüsünün cazibesi” yazıldı.

Oysa Kordatos’un tezi siyasallaşmış dinde hoşgörü olmadığını, din maskesinin arkasına saklanan sınıfsal ve siyasal çıkarlar olduğunu açıklamaktadır. Seksen yıl önce bir komünist tarihçinin yazdığı şu cümleler üzerine düşünerek Tophane’de, Trabzon’da ve Van’da olup bitenler üzerinden oynanan “hoşgörü/hoşgörüsüzlük” oyunu anlaşılabilir: “Parayı elinde tutan, tarihin en zor ve kritik anlarında bile, acımasız ve duygusuz davranarak daha zengin olma peşindedir. Zenginlik dürtüsü onlara hakim olan tek duygudur” (s.54).