Erdoğan Filistinlilere tuzak kuruyor

Filistin’in tek taraflı olarak bağımsız bir devlet olduğunu ilan etmesi ve bu kararını Birleşmiş Milletler’in oyuna sunmasında itiraz edilecek bir yön yok. Filistin halkının bağımsız inisiyatif geliştirmesi, işgale ve süregiden ablukaya karşı bayrak açması ve bu girişimlerine diplomatik destek araması bütün bunlar elbette desteklenir. Zaten on yıllardır dünya solunun Filistin mücadelesine sunduğu desteğin çerçevesi de buraya oturuyor.

Ancak ortada çok büyük bir sorun var. 20 Eylül’deki BM oturumunda, Filistin Yönetimi’nin “artık yeter” diyen Filistin halkının bağımsız iradesini seslendireceği, işgale, ablukaya ve emperyalist politikalara karşı bayrak açacağını söylemek mümkün görünmüyor. Abbas ve takımı, aslında çok tehlikeli bir oyun oynuyor.

Neden?

Filistin sorunu ya da uluslararası hukuk konularında uzman değilim. Ama biraz gazete okuması ve biraz tefekkürle dahi 20 Eylül’deki oylamanın “bağımsızlık çığlığının” bastırılamaz yükselişi olmadığı görülebilir. Uzman olmak gerekmiyor.

Öncelikle şu iddiayı biraz deşmek gerek. Bölgedeki statükonun artık sürdürülemez olduğu ve Abbas’ın bu nedenle kendisini bu adımı atmak zorunda hissettiği söyleniyor. Oysa bölgedeki “statüko” değil, bölgenin “dengeleri” ciddi bir biçimde değişiyor.

Statükoyu belirli bir coğrafyadaki egemenlik biçimi ve egemen güç bileşimi olarak algılıyorum. Bu açıdan değişen bir şey olduğu söylenemez. “Arap Baharı” diye adlandırdıkları süreç emperyalistlerin “statükosunu” zayıflatmak bir yana, dengeleri onların lehine değiştirerek güçlendiriyor. “Denge” kavramından ise çeşitli güçlerin birbirine göre konumu ve birbirleriyle ilişkisini anlayabiliriz. Son bir yılda, bu açıdan çok önemli değişikliklere tanıklık ettiğimizi söylemeye herhalde gerek yok.

Peki, mevcut tablo Filistin Yönetimi ya da Filistin Kurtuluş Örgütü için daha mı elverişli? Hiç sanmıyorum…

“Mısır’da işbirlikçi Mübarek rejimi yıkıldı, İsrail yalnızlaşıyor” türü argümanları AKP’nin akıldanelerine bırakalım. İsrail kendi iç siyasi dengelerini sarsmadığı ölçüde bölge dengelerinin değişmesinden hiç ama hiç rahatsız değil. Suriye’deki provokasyonlara ilişkin tutumlarına bakın ya da Kahire’deki elçilik baskınının ardından yapılan açıklamaların yumuşak tonlamasına… Türkiye’yle gerilim mi? Ticari anlaşmalar tıkır tıkır işlerken, Mavi Marmara’da işlenen cinayetlerin üzerine “Gazze ablukası meşru” diyen bir BM raporu çıkartılabilmişken ve henüz iktidara dahi gelmemiş Müslüman Kardeşler bile Erdoğan’a had bildirirken, bu gerilimin İsrail’i köşeye sıkıştırdığını düşünmek için Hakan Albayrak olmak gerekir.

Kuşkusuz bölgede devam eden sürecin İsrail’in iç dengelerini ciddi biçimde değiştirmesi olasılığı bulunuyor. Bu olasılığı bir kenara not edip, devam edelim.
Uluslararası ortam ve bölge şartları Filistin Yönetimi’nin güçlü bir çıkış yapması için elverişli olmasa da, gücünü halktan alan bir yönetim böyle bir çıkışı zorlayabilirdi elbette. Belki yeni bir intifadayla onun diplomatik boyutu olarak… Ancak bu açıdan da tablonun Abbas lehine olduğu söylenemez. Geçen yıl açığa çıkan İhanet Belgeleri ortada. Filistin’in fiilen iki parça olmaya devam ettiği de aşikar… Mayıs’ta Hamas’la imzalanan mutabakatın, muhtemelen Müslüman Kardeşler marifetiyle imza edilen bir zorlama olduğu sık sık dile getiriliyor. Zaten Mayıs’tan beri herhangi bir somut adım da atılmadı. Kısacası FKÖ ve Abbas, kendi tarihlerinin belki de en az popüler oldukları döneminden geçiyorlar.

İyi de, ne uluslararası ortam ne de içerideki siyasi destek elverişliyken, Abbas niye bu çıkışı yaptı öyleyse?

Bu sorunun kanımca birden fazla yanıtı var. Abbas ve çevresindekilerin perspektifsizliği de bu yanıtlar arasında. Ama daha önemlisi ve pek muhtemelen, Abbas’ın “Arap Baharı” gazına gelmiş ya da getirilmiş olması.

Sadece bu saikle hareket ettiğini iddia etmiyorum, ama bu saikle de hareket ettiğinin ileri sürülebileceğinden kuşku duymuyorum.

Mantık şu: ABD Netanyahu-Lieberman kliğinden rahatsız. İsrail bölgede yalnızlaşıyor. Mübarek düştü, Türkiye’yle ilişkiler gerildi. O halde zamanıdır.
Bilebildiğim kadarıyla iki yıldır, Ağustos 2009’daki 13. Hükümet programının açıklanmasından beri, tek taraflı olarak tanınma girişiminde bulunulacağı tartışması somut olarak var. Ama bu adımın diplomatik bir girişime dönüşmesi esas olarak Abbas’ın geçen yıl Yahudi yerleşimleri durdurulmazsa BM’de Filistin’in tanınması girişiminde bulunacağını açıklamasıyla gerçekleşti. Abbas, evvela bir blöf yaptı, ardından, biraz da bölgedeki gelişmelerin etkisiyle bugüne gelindi.

Öyleyse dönelim bugüne, yani muhtemel oylamadan beş gün öncesine… Elde neler var?

Bir: İsrail ve ABD, beklenildiği üzere, bu girişime karşı… İsrail’i bir kenara bırakıyorum ve ABD’nin Filistin Yönetimi’ne “bastırdığı” haberlerini kuşkuyla karşıladığımı not etmek istiyorum. Filistin Başbakanı Salam Fayyad iki yıl önce hükümet programında, Ağustos 2011’de BM’ye tanınma başvurusu yapılacağını yazdı. Geçen yıl Abbas, Yahudi işgali durmazsa BM’ye gideriz dedi. Bütün bunlar olurken Obama yönetimi kılını kıpırdatmadı. ABD’nin “bastırmak” istediğinde nasıl bastırabildiğini gayet iyi bildiğimize göre, burada bir “mış gibi yapma” durumu olduğunu söyleyebiliriz. Bu bir…

İki: Abbas, oylamada destek için AB ülkelerinin kapısını aşındırıyor. AB’nin bazı “merkez” ülkeleri Filistin Yönetimi’ne destek verirse, tanınma kararı çıkmasa bile, bu “moral bir koz” olacak. Bu söyleniyor. Peki, Libya’da ABD’yle beraber katliamcılara destek veren, “Arap Baharı” masalıyla en az ABD kadar cuş-u huruşa gelen ve kendi derdine düşmüş AB “merkez”inden, en iyi ihtimalle “çekimser” oy çıkacağı açık değil mi?

Üç: Meydan, Kahire’de ve Tunus’ta Arap dışişleri bakanlarına “Filistin davasını” ve “tanınma” meselesini anlatıp duran Erdoğan’a kalmış görünüyor. Bu mesele sayesinde Erdoğan, “Gazze kahramanlığı”ndan “Filistin fatihliği”ne terfi etme hesabında. Üstelik Filistin meselesiyle ilgili daha gerçek sorunları bulunan Esad’ın rolünü de çalma olanağı Tayyip Bey’in avuçlarına bırakıldı.

Fena mı? Türkiye, ama öyle ama böyle, meşru bir talebi desteklemiş olacak. Filistin’in, başkenti Doğu Kudüs olan ve 1967 sınırları üzerinde kurulmuş bağımsız bir devlet olarak tanınmasına evet. Ama 4,5 milyon Filistinli mülteciyi, üstelik bu konuda diplomatik kararlar da varken (merak edenler BM’nin 1948 tarihli 194 sayılı kararının 11. paragrafına bakabilir) nihai olarak vatansız bırakacak bir “tanınmaya” hayır. 1967 sınırlarında kurulan, birleşik ve bağımsız bir Filistin devletine evet. Ama 1967 sınırları “temelinde”, ama bölünmüş bir Filistin’e “uluslararası statü” verilmesine hayır.

Daha açık söyleyelim: Filistin’in bir çeşit Vatikan olarak tanınması, yani devlet olmayan bir devlet statüsüne “kavuşturulması” olasılık dahilinde.
Erdoğan’ın sırf kendisine “bölgenin hamisi” rolü vereceği için, Filistin halkının yıllardır dile getirdiği meşru talepleri bir başka bahara erteleyen bu tür bir sürece onay verebileceğinden hiç kuşku duyulmamalı. Türkiye ve bölge halkları, Erdoğan ve ekibinin yeni Osmanlı’nın yakasına “Filistin fatihi” nişanını iliştirmek için Filistinlilere tuzak kurmakta hiç tereddüt etmeyeceğinin farkında olmalı.