“Büyük Bunalım”ı unuttuk mu?

Geçtiğimiz hafta sonu Türkiye Komünist Partisi’nin benim de delegesi olduğum 10. Kongresi gerçekleştirildi. Kongreye yurtdışından, çok sayıda kardeş partiden gelen dayanışma mesajlarının tamamında, kongrenin dünya kapitalizminin derin bunalımının sürdüğü zorlu bir dönemde gerçekleştiği ve bu nedenle alınacak kararların komünistlerin ve işçi sınıfının mücadelesi açısından çok önemli olduğu vurgusu yapılıyordu.

Oysa ne üzerinde yaklaşık iki haftadır yoğun tartışmalar yürüttüğümüz kongre belgelerinde, ne de iki gün boyunca süren, yüze yakın delegenin sözlü, bir o kadarının da yazılı olarak yaptıkları katkılarda dünya kapitalizminin bunalımına ilişkin dolaysız bir değerlendirme yapılmaktaydı.

Bu bir eksiklik mi, dünya kapitalizminin içinden geçtiği büyük bunalımı unuttuk mu? Türkiye’nin komünistleri, dünya komünistlerinin dünya değerlendirmelerinin merkezine çaktıkları bir olguyu görmezden mi geliyor?

Kesinlikle hayır…

Çünkü dünya kapitalizminin bunalımının doğurduğu sonuçlar, esasen, TKP’nin kongre tartışmalarının ruhuna işlemiş bulunuyor. Ayaklarını Türkiye topraklarına basan bir bakış açısı için sağlıklı ve doğru olanın da bu olduğuna inanıyorum.

TKP kongresinde neyi tartıştı, neyi tartışmadı konusunu uzatmak niyetinde değilim. Mesele, dünya kapitalizminin bunalımına, bu portal da dahil, Türkiye komünistlerinin bakış açısının haklılığını teslim etmek ve bunalım olgusunun yapılan değerlendirmelerin ruhuna işlemesinin anlamını biraz daha açık hale getirmek. Bunun yanı sıra, zaman zaman mevcut fotoğrafa, daha doğrusu fotoğrafın nasıl değişmekte olduğuna dönüp tekrar bakmanın yararlı olduğunu anımsatmak niyetindeyim.

Fotoğraf dedik, buradan devam edelim. Uluslararası mali sermayenin önde gelen sözcülerinden bir tanesi olan The Economist dergisinin son sayısında yer alan iki ayrı değerlendirmeyi aktarmama müsaade edin. İlki ABD’de kamunun üst borçlanma sınırının artırılmasıyla ilgili tartışma hakkında… Şöyle:

“Siyasetçiler bunu daha iyi anlatamazlar mı? Bunu ancak rüyanızda görürsünüz. Zorunlu Uzlaşma Teorisi’ne karşı altıncı argüman, günümüzün kutuplaşmış Amerika’sında bir fikir birliği ortaya çıkarılmasının kelimenin gerçek anlamıyla olanaksız olmasıdır. Franklin Roosevelt 1930’larda bankacılık teorisini açıklayan, sakinleştirici konuşmalar yapmaktaydı. Ancak partizan kablolu televizyonun ve kafa karıştırıcıların beslediği bloglar aleminin yükselişinden sonra artık başkanın ahkam kestiği kürsü çok farklı. İflas tehlikesi üzerinde ellerini ovuşturan her yorumcuya karşılık ‘liberalleri’ çakal gibi ulumakla suçlayan bir başkası bulunuyor.”

Burada bahsedilen tartışmaya dair iki ayrıntıyı hatırlatayım. Birincisi 13 Temmuz’da en büyük kredi değerlendirme kuruluşlarından birisi olan Moody’s ABD’nin kredi notunu düşürdü ve ikincisi, ABD Kongresi borçlanma limitini 2 Ağustos’a kadar yükseltmediği takdirde vadesi gelen borçlarını ödeyememe tehdidi ile karşı karşıya. Cumhuriyetçiler maliye politikalarının sıkılaştırılmasına, yani kamu harcamalarının azaltılmasına, Demokratlar ise vergilerin artırılmasına ağırlık vermeyi savunuyorlar. “Zorunlu Uzlaşma Teorisi” denilen tez ise aslında bu iki enstrümanın bir bileşkesinin uygulanmasını kastediyor. Ancak hangi bileşke üzerinde uzlaşılacağına dair bir fikir birliği yok. Elbette söz konusu olan basit bir zihin egzersizi ya da teknik bir tartışma değil belirli bir politika üzerinde uzlaşma sağlanamaması... Ağır bunalıma ve eşikte duran ikinci patlamaya karşın egemen sınıfın temsilcilerinin iç çekişmelerinin hız kesmediği bir resimle karşı karşıyayız.

Gelelim ikinci alıntıya… Bu kez söz konusu olan diğer emperyalist odak, Avrupa Birliği:

“Aslında Avro’nun dertleri maliye kadar siyasetle de ilişkili. Bay Trichet gibi bazı Avrupalı yetkililer Avro bölgesinin toplam borcunun Amerika’nınkine kıyasla daha sağlıklı olduğunu tekrar edip duruyorlar. Buna karşın Avrupa büyük federal bütçelerden ve gelirin yeniden bölüşümünü sağlayarak ekonomik şokları emebilecek mali kurumlardan yoksun. Ve Avrupa Birliği’nin üye devletler içindeki ve arasındaki gerilimleri yönetmek için tek bir politikası bulunmuyor. Kaliforniyalıları Wall Street bankerlerini kurtarmaya ikna etmek bile yeterince zorken Almanların, Yunan bürokratlarını kurtarmaları istendiğinde neden tüylerinin diken diken olduğunda anlaşılmayacak bir şey yok.”

Bir kez daha egemen sınıf içerisinde siyasi çelişkilerin yoğunlaşmasına ve bir fikir birliğine varılamamasına tanık oluyoruz. Bu kez karşı karşıya gelen iki siyasi tez var: Almanya’nın başını çektiği odak güneydekilerin borcunu üstlenmiş görünmek yerine, onları cezalandıran ve onlar üzerinde otorite tesis eden bir konumda durmayı yeğliyor. Diğer taraftan bu konuda ısrar edilirse “federatif” yapı, daha doğrusu siyasi birlik havası tamamen yok olacak. Bu nedenle karşı tez, AB üyesi tüm devletlerin tahvillerinden oluşan bir sepet oluşturularak tek bir euro-tahvil çıkarılmasını öneriyor. Ancak bu durumda mali açıdan daha güçlü olan kuzey ülkelerinin borçlanma maliyetleri artacak, piyasanın iflaslar, yoğunlaşma ve tekelleşme üzerinden işleyen vahşi düzleyici mekanizmalarına müdahale edilmiş olacak.

Yanlış anlaşılmaması açısından, her biri egemen sınıfın farklı kesimlerinin tezleri olan bu argümanlardan herhangi birini savunmadığımı ifade edeyim. Yalnızca mevcut fotoğrafı kabaca tarif etmek ve özellikle iki emperyalist odakta da egemen sınıfın siyasi bir uzlaşma sağlamaktan uzak olduğuna işaret etmek istiyorum. Aklımıza Keynes’in 1930 sonunda basılan Para Üzerine Bir İnceleme’sinde çizdiği mali kriz şablonunda egemen sınıf içerisinde “fikir ayrılığının” oynadığı rol geliyor. Sermaye piyasasında fikir ayrılığı varsa bunalımın daralma kolunda aşağıya doğru yuvarlanmanın sürdüğünü biliyoruz. Demek ki bugün 1930’ları yaşamaya devam ediyoruz.

Kanımca egemen sınıfın farklı siyasi tezler üzerinden ayrışmasını bu nedenle önemsemek gerekir. Bunun çeşitli sonuçları var:

1- Kapitalizm tarihinin en ağır bunalımlarından birinden geçmesine ve bunalım yeni bir kriz uğrağının eşiğinde olmasına karşın bir fikir birliğine ulaşamaması, karşıt sınıfın bir ağırlık oluşturamamasından da kaynaklanmaktadır. Her iki odakta da egemen sınıf, iktidarının tehdit altında olduğunu düşünerek, bunun baskısı altında hareket etmemektedir. AB emperyalizminin özellikle Yunanistan’daki gelişmeler nedeniyle bu tehdidi hissetmeye daha yakın olduğu söylenebilir. Buna karşın hakim motif “sermaye iktidarını korumak” değildir.

2- Çatışma eksenleri esas olarak sermaye birikim yapısında köklü değişikliklere gidilmesine ilişkin tezler değil, kurumlar ve emperyal politikalar etrafında şekillenmektedir. Başka bir deyişle çelişkilerin doğrultusu emperyalist bir restorasyon arayışına işaret etmektedir.

3- Kapitalizmin son büyük bunalımı 2007-2008’de eşik altı ipotekli konut kredileri balonunun patlamasıyla başladı. Ardından devasa boyutlardaki kurtarma paketleri ardı ardına açıldı. 2011-2012’de ise bunalımın kamu borçları krizi üzerinden bir kez daha bir iç patlama yaşaması ihtimali güçleniyor.

Bu tablonun Türkiye üzerindeki yansımalarını yalnızca kıdem tazminatını iç etmeye dönük saldırılar gibi işçi düşmanı politikalarda değil, AKP maliyesini ayakta tutmak için “kalıcı” bir mekanizma haline getirildiği anlaşılan kayıtdışı sermaye girişlerinde, “Arap Baharı” diye adlandırılan gelişmeler çerçevesinde Türkiye’nin üstlendiği politik misyonda ya da II. Cumhuriyet “istikrarı”nın Türkiye burjuvazisinin bölgeye yayılma iştahında muazzam bir artışı beraberinde getirmesinde de gözlemleyebiliyoruz.

Türkiye’nin komünistlerinin yürüttüğü tartışmalarda işte bu nedenle büyük bunalım unutulmamıştır. Ve kardeş partilerin mesajlarında da dile getirdikleri gibi, TKP’nin kongresi dünya ve Türkiye açısından tarihsel bir kırılma döneminde gerçekleşmiştir.