Bu eylem pek bi manidar!

Türkiye’de özelleştirme denince üç isim ve bu isimlerle anılan üç dönem akla gelir.

Bu isimlerden ilki Süleyman Demirel, anılan dönem ise 12 Eylül faşist darbesiyle sona eren kısa azınlık hükümeti dönemidir. Demirel 10 ay süren bu döneme, 24 Ocak Kararları diye bilinen ve Türkiye ekonomisini bir bütün olarak liberal yönelime sokmayı hedefleyen bir ekonomi programının oluşturulmasını sığdırmıştır.

İkinci isim Özal’dır. Özal, Demirel’in 24 Ocak Kararları’nı hazırlayan ekibin başına getirdiği en güvenilir adamıydı. Özelleştirmeler için Özal ile anılacak dönem ise 1989 yılına kadar Başbakan, 1993 yılına kadar da Cumhurbaşkanı olarak geçirdiği dönemdir. Özal döneminin becerisi, yapılan özelleştirmelerden daha fazla, özelleştirme fikrinin toplumda yerleşik hale gelmesi için yapılan sistematik ideolojik saldırı olmuştur.

Özal’ın Boğaziçi Köprüsü’nü satışa çıkardığı günleri hatırlayanlar bilir. Anadolu’da, bozdurduğu bilezik parasıyla Köprü hisse senedinden bir adet satın alan vatandaşın, kendisini ülke zenginliğinden pay alıyor zannetmesi bu saldırının ne ölçüde başarılı olduğunun göstergesidir.

Özal döneminde yaşanan özelleştirme saldırısı, liberalizmin sola sızmasında da önemli bir rol oynadı. Temelde “toplumsal mülkiyet” kavgası vermesi düşünülen solun önemli bölmelerinde bu konuda pusula şaştı. O dönem ya çaresizlikten “Özelleşsin de emek-sermaye çelişkisi açığa çıksın”, ya da çözümsüzlükten “Devletleştirme de çözüm değil, özelleştirme de… Solun çözümü özerkleştirme olmalıdır” şeklindeki çıkışlar hala hafızalardaki yerini korur. Oysa ne özelleştirilen kurumlarda “sınıfa karşı sınıf” durumu yaşandı, ne de özerkleşme diye bir modelin, teknik ya da siyasi, gerçek bir karşılığı oldu.

Başta özelleştirilen kurumlardaki işçilerde olmak üzere, toplumun genelinde yağmaya karşı devreye girecek savunma mekanizmalarının önemli ölçüde teslim alınmış olması, özelleştirmelerle anılacak üçüncü isim Recep Tayyip Erdoğan ve onun başbakanlığında geçen 11 yıllık dönemin en büyük avantajı oldu. Sermaye bu avantajı iyi kullandı. RTE’nin memleketin başında olduğu dönemde 50,5 milyar dolarlık özelleştirme yağmasına imza atıldı.

Direnç yoksa yağma vardır. Yağma varsa rüşvet, hırsızlık ve yolsuzluk… Bu üçünün olduğu yerde ise ayakkabı kutularından ortalığa sadece para değil, pislik saçılır.

Özelleştirmeler 24 Ocak Kararları ile programatik hale gelmiş, Özal döneminde topluma hazmettirilmiş, AKP iktidarında ise tam bir vurguna dönüşmüşse, bunun birinci nedeni pisliğin yayılmasına karşı işçi sınıfının içinden yıllar boyu güçlü bir direncin örülememesidir.

2009 yılında yaşanan TEKEL direnişi, böylesi bir direnç hattının ne kadar hayati olduğunu hatırlatmıştı. 78 gün süren direniş, kurumun satışına değil, satışın işçiler için sonuçlarına yönelik olmasına rağmen, hükümete geri adım attırılabileceğini göstermişti.

Şimdilerde işin rengi değişiyor. Uzun bir süreden sonra özelleştirme konusunda hükümete geri adım attırabilen bir işçi direnişi yaşanıyor. Yatağan, Kemerköy, Yeniköy, ÇATES termik santralleri ile bağlı maden ocaklarının özelleştirilmesine karşı mücadele yürüten işçiler, yöre halkıyla beraber santral ve madenlerin satılmasını önlüyor.

Önlüyor diyorum, çünkü hükümet şu ana kadar satışa yönelik yaptığı hiçbir girişimden sonuç alamadı. Satıştan vazgeçmedi ama ihale tarihlerini seçim sonrasına ertelemek zorunda kaldı.

Ertelemeye rağmen işçiler, aileleriyle birlikte yarın Ankara’da olacaklar. Kararlılar… Erteleme kararını hükümetin “Seçimi atlatalım, sonra defterinizi düreceğiz” mesajı olarak yorumluyor ve “ahlaksız teklif” olarak değerlendiriyorlar.

İhale iptal edilene kadar mücadeleyi sürdürecekler.

Başbakan’ın, Haziran ayında halkın sokakta kendisini adam akıllı silkelemesinin üzerine, iktidarı paylaştığı dostlarıyla iyiden iyiye kavgaya tutuştuğu, Suriye tahriklerinin geri teptiği ve Cenevre’de boyunun ölçüsünü almakta olduğu şu günlerde yapılacak bu işçi eyleminin, hele bir de 24 Ocak tarihine denk gelmesi üzerine düşünmesi gerekir.

Ne sonuç çıkar bilemeyiz ama bize göre bu eylem “pek bi manidar” olacak…