Toplumsal güvensizlik

Başbakan ve bakanların etrafındaki ilişkilerden tutun, başta mülki amirler ve emniyet yetkilileri olmak üzere bürokrasiye, yargı yönetimine, yüksek yargıya, yargıç ve savcılara kadar öylesine karmaşık ve anlaşılmaz bir ilişkiler ağı içinde yaşanıyor ki, tam bir güvensizlik ortamı… Buna, geçen hafta özetlediğimiz “Meclis’in halleri”ni ve yasalarla yapılan haksız müdahaleleri de eklersek, artık devletin, “güveni sağlama” yerine güvensizliği derinleştirme işlevi içine gömüldüğünü söylemek abartılı olmayacak.
Bu ortamda, bir yandan yerel seçimler büyük partiler yönünden aynı güvensizlik ortamını yansıtırken, büyük medya da öze girmeyen haber başlıkları ile günü dolduruyor. Düzen eleştirisine girmeden, yalnızca kimi çarpıklıkları yansıtan eleştiri yazıları da okurları oyalamaya, yazarlarını popüler yapmaya yetiyor.
Toplumsal güvensizlik öylesine tavana vurmuş ki, çözüm önerileriyle birlikte geleceğin ve umudun kapısının açık olduğunu, o kapıdan girmemek için engel olmadığını söyleyenler de aynı güvensizlik içine yerleştiriliyor. Böylece Haziran Direnişi’nin dirilişi için atılan adımlar da köreltilmeye çalışılıyor. Güçlünün yanında olma güdüsü o hale gelmiş ki, çözüme yönelik mücadele için önerilen konular, atılan adımlar sonrası, ilkin “iktidar seçeneği olabilir misiniz” sorusu ile karşılaşılıyor.
AKP’nin gündemine yerleşen ve her biri başlı başına suç olan, Yüce Divan’da yargılanmayı gerektiren konuları anımsayalım:

Devlet ciddiyetiyle bağdaşmayacak şekilde iş adamlarıyla irtibat, hizmetin gereklerine aykırı atamalar ve soruşturmalar yoluyla başta yargı mensupları olmak üzere kamu görevlilerine baskı, yetkili kurum ve organların görev alanlarına olumsuz yönde müdahale, görevde yetki sınırını aşma, takdir yetkisini asli unsur haline getirip amacı dışında kullanma, bağımlı ve güdümlü medya oluşturarak yanıltıcı haber vermeye yol açma, sözde adalet sağlama amacıyla toplumda egemen olan güveni ve inancı sarsma, kendisine veya başkasına haksız menfaat sağlama, siyasi rant amaçlama, siyasi çıkar sağlama…

17 Aralık soruşturmalarına müdahale edilmeseydi ne olacaktı? Varsa suç teşkil eden fiiller ve sorumluları ortaya çıkarılacak ve gereği yapılacaktı. Ya da iddiaların yerinde olmadığı kanıtlanacaktı.

Şimdi ne oldu? Toplumun bir kesiminde yıllardır soruşturma geçirenler, tutuklananlar, hüküm giyenler, adil yargılama haklarının, silahların eşitliği ilkesinin, masumiyet karinelerinin ihlal edildiğini, suçsuz olduklarını iddia ederken, iktidar kesiminde yaşananların ne olup olmadığının saptanmasına bile izin verilmiyor. Bu nedenle kamu görevlilerine ve kamusal yetki kullanımına idari düzenlemelerle müdahale ediliyor. Dahası, yasa yoluyla her alana el atılıyor.

Üzerinde kamu görevi ve sorumluluğu bulunanların, birilerinin keyfi ya da çıkarcı takdiri ile devre dışı bırakılması seçimle gelen çoğunluğun istediği zaman istediği yasayı çıkarması parti liderlerinin işaret ettiği adaylar üzerinden sandıktan sandığa temsilci seçilmesi hesap verme sorumluluğunun sandığa yüklenmesi gibi birçok konu “demokrasinin olgunlaşması” olarak anlatılıyor.

“Biz güçlüyüz, ne yaparsak doğrudur”, “ne olursa olsun kabul et” ve “bir şey yapmadan seçimi bekle” deniliyor. Eşitsiz ve adaletsiz toplumsal yapı içinden kendilerine özgü adalet çıkarmaya kalkışılıyor. Kendi çıkarları ve adalet anlayışları, toplumun çıkarı ve adaleti gibi gösteriliyor.

AKP’nin çürümüşlüğü içinden yarınla ilgili olumlu hiçbir şey çıkmaz. Düzeni hedef almadan gündeme getirilen, düzen içinde uzlaşma arayan her girişim, o çürümüşlük içinde aynı olumsuzluğa ve adaletsizliğe mahkum olur. Her seferinde kapitalist yönetim varlığını sürdürür. Sömürü düzeni içinde kimi uygulamaları eleştiri ile yetinmek, adım atmamak, “sınıf uzlaşması”na destekle sonuçlanır.

Siyasal amaçlı her türlü çıkarın, belirsizlikle birlikte yaşanması, toplumsal güvensizliği pekiştirir. Toplumsal güvensizlik, bir yandan “sol”un da çıkmazı olarak gösterilir ve sınıfsal mücadeleyi kırmada kullanılır. Oysa “yarın ne olacağının bilinmemesi”, “sol”un defterinde yazmaz.