Egemenlik tartışmalarını sıfırlamak

Farklı gibi gösterilip, aynı olan egemenlik tanımlamaları…

Birincisi, Anayasa’da “kayıtsız koşulsuz ulusun” olduğu söylenen egemenlik. Soyut mu soyut… Somutlaştırmayı sağlayacak halktan, hele hele emekçilerden uzak mı uzak. Yalnızca kağıt üzerinde…

İkincisi, yasama, yürütme ve yargı gibi yetkili organlar eliyle kullanılan “devlet egemenliği”… Aynı zamanda, kamu gücü olarak da tanımlayacağımız, devlet güç ve otoritesinin dayanağı…

Ulus, soyut egemenliğini devlet eliyle kullanıyor; devlet de ulus adına, toplum üzerinde gücünü kullanıyor. Bu öyle bir egemenlik ki, Anayasa her ne kadar “hiçbir kişiye, zümreye veya sınıfa bırakılmaz” dese de, “tek taraflı”, “emredici” ve “zora dayalı”; üstün ve karşı konulmaz.

Hukuk, esas olarak soyut ulusun bireylerinin ve bağlı olarak toplumun hak ve özgürlüklerini tanımlasa da, aynı zamanda bu hak ve özgürlüklerin sınırlanması hakkını da tanımlıyor ve bu hakkı devlete bırakıyor.

Hukuk, esas olarak toplum içinde devleti, devlet içinde iktidarı sınırlıyor gözükse de, aynı devlete ve iktidara kural koyma, bu kuralları uygulama ve denetleme görev ve yetkisini veriyor. Yani, birinci egemenliğin yerine ikinci egemenlik oturuyor.

Bir yanda, hak ve özgürlüklerle birlikte, siyaseti, devleti, ilişkileri ve kaynak kullanımını tanımlayan yasalar ve uygulama, siyasal iktidarın elinde; diğer yanda, sorun olursa yargı devreye giriyor. İşte, “yargı tartışmaları”nın arka planında yatan ana neden bu “devre”, diğer deyişle “tamamlayıcı devre”… 

Bugün, Yüksek Seçim Kurulu’nun cumhurbaşkanı için verdiği “faaliyetlerini denetlememe” kararı bu tamamlayıcı devrenin tipik örneği. Yani yargı, birinci egemenliğin sahibi adına yapması gereken denetim görevini ikinci egemenlik adına yapmaya soyunuyor/soyunduruluyor.

Egemenlik tartışmaları, ulus ile devlet arasında sıkışıp kalmış gibi gözükse de, kazın ayağı öyle değil. Soyut ulustan, somut devlete yüklenen egemenliğin fiili durumunu sınıfsal yapı belirliyor.

Üçüncü egemenlik, “sermaye sınıfı”nın egemenliği… Ve ikinci egemenliğin sahibi devletin adını da bu egemenlik koyuyor; kapitalist diyor, burjuva diyor, liberal diyor. Kimi zaman da “sosyal hukuk devleti” deyip, geniş siyaseti kendi düzeninin içinde eritiyor.

Sonuçta, devlet egemenliği ile sermaye egemenliği özdeş. Ancak, sermayenin avantajı, gücünü çok yönlü ve yaygın kullanabilmesi, gerekli manevraları iyi yapması… Tartışma tarafı gibi öne çıkarılan “ulus egemenliği” ise soyutluk havuzunda, bu özdeş egemenliğe destek veriyor, hizmet ediyor.

Dördüncü olarak, uluslararası hukukla da koruma altına alınan emperyalist egemenlik var ki, sermaye/devlet egemenliği, “tam bağımlılık” hizmeti veriyor. Dünya Bankası, IMF gibi uluslararası kuruluşlar ve uluslararası hukuk, tam bağımlılık hizmeti için iç hukukları etkilemeyi ve yönlendirmeyi ihmal etmiyor. Ulusalcılık tartışmasının en kritik başlığı da buraya takılıp kalıyor. Yalnızca “emperyalizme karşıyım” demekle iş bitmiyor.

Sıfırlamak gerekenler listesine, bu dörtlü egemenlik zincirini eklerken, aralarındaki iç çelişkilerden doğan tartışmalara ve diğer üç egemenliğin baskısı altındaki “ulus egemenliği” yanılsamasına düşmemek gerekiyor.

Sınıfsal içeriği boşaltılan ve sömürüye hizmet eden egemenlik oyuncağı, AKP’li parlamentoda AKP karşıtlarına ve AKP’den kurtulmak isteyenlere iyi malzeme olabilir ama komünistlerin muhatabı olmaz.