Gece ve Gündüz Düşleri

Gece görülen düşleri hatırlamak mı daha iyi hatırlamamak mı emin değilim. Hatırlamanın sakıncası düşlerin de artık sizin yaşamınızın bir parçası haline gelmesi: yani düşlerde yaşanan deneyimler. Gerçek hayatla bir bağı var mı, var! “İdeoloji” gibi. Gerçekliğin çarpık bir yansıması.

Sabri ile küçük bir uçağa biniyoruz. Bir kaç saatlik bir yolculuk. Türkiye’deki bir adadan başka bir adaya, Küba’ya varıyoruz. Fethiye gibi sıcak bir hava. Yolculuktan önce denize girmiş gibi tuzluyuz, yanıyoruz.

Küba’ya varınca bir yatakhaneye yerleşiyoruz, ranzalı odalara.

Akşam üstü kent merkezindeyiz. Hava serinlemiş. Küçük bir liman. Kırmızı beyaz kareli küçük tahta masalar, üstlerinde taze çiçekler birer su bardağında. Her şey alabildiğine mütavazi ve büyüleyici.

Castro geçiyor yanımızdan bir iki masa ötemize doğru, basitçe ve sıradan.

Giderek bu küçük limanın aslında İzmir olduğunu anlıyorum, sarsılıyorum.

Hava kararmak üzere ve biz Konak meydanındayız. O güzelim gün batımı işte! Meydanın henüz doldurulmamış hali, masalar saat kulesinin az ötesinde, deniz kenarında.

Uyanınca “bu bir rüya değil aslında” diye düşündüğümü anımsıyorum.

Sabri’nin hayaliydi Küba’yı, sosyalizmi görmek ölmeden önce.

Şimdi tek tesellim, gidip görmüş olması.

70’lerin İGD’li güzel çocuğu.

Ellerinde sopalar iki yoldaş bir afişin başını bekliyorlar hala, Ankara’da, faşistler gelip sökmesin diye.

Zindanlarda hala duvarları yumrukluyor Sabri, marşlarımızı söyleyerek, yan hücreye yeni düşen bir devrimciye “haber” veriyor.

İzmir’de Elektrik Mühendisleri Odası’nda tek başına oturmuş, hala tek derdi örgütlenme, incecik dal gibi uzun bir çocuk, inatçı ve sabırlı. Hala direnişteki işçiler için kasalara erzak yüklüyor.

***

Gece görülen düşleri hatırlamak mı daha iyi hatırlamamak mı emin değilim.

Ancak Jose Marti Küba Dostlu Derneği İzmir Şubesi’nin yeni açılan yeri nedeniyle yapılan etkinlikte kafam iyice karıştı.

Beyaz badanalı duvarların çevirdiği sessiz bir bahçe, kırmızı beyaz kareli küçük tahta masalar, üstlerinde taze çiçekler birer su bardağında. Her şey alabildiğine mütavazi ve büyüleyici.

Kısa bir hoşgeldiniz konuşmasından sonra, Küba Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal başlıyor tatlı uzun bir sohbete, basitçe.

Akşam üstü kent merkezindeyiz. Hava serinlemiş. İspanyolcanın yumuşak sesleri sanki Ernesto’nun ağzında daha da yumuşuyor ve bir şarkıya dönüşüyor. Bizim sert diye bildiğimiz P’ler, T’ler, K’ler yumuşak sessizler oluyor.

Bahçeyi çevreleyen palmiye ağaçları var. Duvara yansıyan ışıklar, gün batımının ışığı gibi.

“İzmir’e her gelişimde beş yaş daha gençleşiyorum. Bu nedenle daha sık gelmememde fayda var, yoksa bir bebeğe dönüşeceğim... Kordon bizim kordona benziyor... Ve biz de şaşırtıcı derecede birbirimize benziyoruz. Bu benzerlik tarihsel olarak yaşadığımız benzer acılar, benzer bağımsızlık mücadeleleri nedeniyle olmalı.”

Büyükelçiliğin Ankara yerine İzmir’de olmasını tercih ettiğini de ekliyor Ernesto, esprili, bilge ve sevecen.

Havana’da mıyız yoksa İzmir’de mi, bir düş mü gerçek mi karıştırıyorum.

Usulca elimi bir uzatsam İzmir Havana olacak gibi. Tatlı bir Latin müziği mırıldanıyor bahçede.

Sanki, çocuklar arka odadayız, oturma odasındaki misafirlerin dostça ama anlaşılmayan konuşma sesleri geliyor.

Yukarıdaki terastan aşağıya inen kırmızı bir gemici merdiveni var, usulca elimi bir uzatsam Eyüp Sabri Aksüt tekrar masamıza oturacakmış gibi.

***

Gece görülen düşleri hatırlamak mı daha iyi hatırlamamak mı emin değilim.

Ama kafam karışıyor, ay ışığı altında Inti-illimani Seferihisar’da sahilde çalıyor, yaklaşık 200 kişiye. Dünya Genç İşçi Buluşması etkinliğinin kapanışı.

Ağaçların arasından yürüsek on dakikada Dionisos tapınağını buluruz, fenersiz.

Yaklaşık 10 kişi sahnede, her parçadan sonra küçük bir tören gibi çalgıları değişiyorlar aralarında. Gitarlar, vurmalar, üflemeler, yaylılar. Herkes neredeyse her çalgıyı sırasıyla çalıyor. Nöbet değişimi gibi. Komünizm gibi.

“Venceromos” ve “El Pueblo” yankılanıyor, yakamozların üzerinde.

Neredeyse havaya kalkmış yumruklarımız birbirine değecek Sabri’yle.

Başucunda hala Marx, Engels ve Lenin’in kitapları, kıvrılmış ve sararmış sayfalarıyla duruyor, mütevazi ve büyüleyici.

Hala 46 yaşında, 2 yıl sonra bile!

Şimdi tüm kelimeler ağır ağır dağılıyor sanki mürekkeple bir kağıda yazılrken ıslanmış gibi.