Kültürel Evrim

Yine yazıya IV. Evrim, Bilim ve Eğitim Sempozyumu’yla başlamak istiyorum. Bu sempozyumu önceki 3 sempozyumdan ayıran önemli bir nokta sanırım evrim sürecinde kültürün rolünü ele alan ayrı bir oturumun bulunmasıydı. İnsan evriminde biyoloji ve kültürün etkileşimine odaklanan bu son oturum benim açımdan benzerine zor rastlanacak türdendi. Fiziksel antropoloji alanından İzzet Duyar, yaşlılığın bir kültürel pratik olarak insan evriminde oynadığı rolü çarpıcı verilerle sundu. Oturum başkanı İzge Günal’ın deyimiyle Türkiye’deki en önemli entellektüellerden Alaaddin Şenel ise "Sınıfsız Topluluklardan Sınıflı Toplumlara Geçiş Sürecinde Kültürel Evrim" başlıklı sunumunda biyolojik determinizmi eleştirerek kültürel evrimi sınıfsal bir perspektiften tartıştı. Bilim alanında belki de dünyada solun damgasını taşıyan tek etkili bilimsel dergi olma geleneğini Bilim ve Gelecek dergisinin editörü olarak 25 yıldır sürdüren Ender Helvacoğlu’nun “Bilimsel-Teknolojik Gelişmelerin Toplumsal Süreçlere Etkisi” sunumu insan evrimi konusunu teknoloji boyutu üzerinden ele aldı. ÜKD Genel Sekreteri Erhan Nalçacı’nın kapanış konuşması ise tam da bu son oturumun devamı niteliğindeydi. Kapanış konuşması sempozyum afişinde üst başlık olarak yer alan ‘’Karanlığı Dağıtmak için’’ notununun ne anlama geldiğini neredeyse insanlık tarihini Gezi ayaklanmasına bağlayan yeni bir aydınlanma dönemine çağrıydı.

Biyolojinin başat bir ağırlığı olan evrim gibi bir konuyu ele alan sempozyumda hem biyolojik determinizme dair uyarılarda bulunulması hem de insan evriminde kültürün rolünün vurgulanması önemliydi. Diğer yandan insan evriminde biyoloji yerine kültüre veya onun bir görünümü olan teknolojiye öncelik verilmesi ise temel problemi çözmüyor. Diğer bir deyişle, biyolojik determinizm yerine kültürel determinizmi veya teknolojik determinizmi geçirmek problemde sadece basit bir yer değiştirmeye karşılık geliyor. Kültürel determinizmle kastettiğim şey kökenlerinde sosyal darvinizm bulunan kültürel evrim yaklaşımıdır. Her iki determinizmin de çözmeye çalıştığı temel problem insan toplumlarının ortaya çıkışlarından başlayarak bugüne dek sergiledikleri çeşitlilik ve gelişimlerinin tarihsel düzenliliklerini ve yasalarını açıklamaktır.

Alman faşizminin düşünsel kökenlerinde determinizmin hem biyolojik hem de kültürel türünün bulunduğu düiünülecek olursa salt evrimden bahsetmenin bilimsellik ve ilericilikle doğrudan bir ilişkisi olduğunu söylemek mümkün değildir.

Modern anlamda ABD antropolojisinin kuruluşu tam da faşizmin bu iki kaynağına karşıt bir pozisyonda şekillenir. Bu pozisyonu 19.yy sonlarında formüle eden kişi Franz Boas’tır. Boas’ın yaklaşımı hem biyolojik hem de kültürel determinizme karşıttır. Yaşadığı çağın önemli bir problemi olan ırkçılığa karşı politik olarak da aktif biçimde mücadele eden Boas aslında her kültürün biricik olduğunu ve başka kültürlerle karşılaştırılarak evrim basamağının altında (ilkel) veya üstünde (uygar) sınıflandırılamayacağını öne sürer. Bu tür bir karşılaştırmanın temel problemi araştırmacıların karşılaştığı ve ilkel olarak sınıflandırdıkları insan topluluklarını izole ve değişmez topluluklar olarak tahayyül etmeleridir. Oysa bu tür topluluklar ne düşünüldüğü gibi izoledir ne de değişmezdir. Bu toplulukların da en az araştırmacının ait olduğu toplum kadar eski ve göçler, doğal felaketler ve savaşlarla dolu bir tarihi vardır. Öyleyse bugün karşılaşılan herhangi bir ‘’ilkel’’ toplumu kendi evrimimizin donup kalmış eski bir basamağı olarak değerlendirmek mümkün değildir.

Boasçıların on yıllar süren egemenliğinden sonra ABD’de yeni evrimcilik ve kültürel ekoloji adlarıyla bu kez marksist olduğu düşünülen yeni bir antropologlar kuşağı ortaya çıkar. Bu kuşak kültürel evrimi çok hatlı veya genel ve özel evrim olarak sınıflandırarak tanımlamaya çalışırlar. Soru şudur: Materyalist bir tarzda da olsa insanlığın geçmişi kültürel evrimle açıklanacaksa o zaman tarih dediğimiz şey nedir? Marksizmin buna yanıtı sınıf mücadeleleridir.