Sosyalist Güç Birliği’nin tüm eylemlerinde laiklik ana hedeflerinden biri olacak, gerici ittifaklara karşı laiklik bayrağı kararlılıkla taşınacaktır.

Sosyalist Güç Birliği, yarınlara umutla bakabilmek için vardır

Sosyalist Güç Birliği (SGB) ilk kitlesel eylemini 17 Aralık Cumartesi günü Kadıköy Beşiktaş İskelesi meydanında yaptı. Bir “basın açıklaması” biçimi altında gerçekleştirilen eyleme SGB’yi oluşturan komünist/sosyalist partiler/hareketler oldukça yoğun bir katılım gösterdiler. İmamoğlu olayının yarattığı zaman sıkıştırmasına rağmen toplantı alanının düzenlenmesi (ses düzeni, pankartlar vb.) eksiksiz bir biçimde gerçekleştirilmişti. Buluşmayı yöneten ama aynı zamanda ajitasyon görevini de yapan dostlarımız çok iyi hazırlanmışlar ve iyi bir işbölümü sağlamışlardı. Alanın güvenliğini sağlayan arkadaşlarımız da aynı şekilde. Nitekim konuşmalar sırasında alanın dış kısmında birden boy gösteren 3-4 kişilik bir gerici grubun kışkırtmasına anında yanıt verilebildi ve hızlıca sükûnet sağlanabildi.

Eyleme medya da epey ilgi gösterdi. TELE-1 önemli bir bölümünü canlı olarak verdi. soL TV ve Birgün de zaten başından sonuna oradaydılar. Birçok TV ve Youtube kanalı, sosyal medya yayıncısı da meydandaydı.

SGB adına iki Yürütme Heyeti üyesi konuştu. Benim konuşmamı sevgili Güven Gürtan Özkan’ın konuşması izledi. Bu konuşmalardan geniş özetler 18 Aralık tarihli Birgün Gazetesi’nde yer aldı. Benim aynı doğrultudaki bir demecim de zaten 17 Aralık tarihinde de Birgün’de yayınlanmıştı. Konuşmamın tam metnini şimdi soL Haber okurlarıyla da paylaşmak üzere aşağıya aktarıyorum: 

***

Türkiye’de 20 yıldır iktidara çöreklenen dinci siyaset, Cumhuriyeti adım adım kurucu ilkelerinden uzaklaştırdı ve kurumlarını teslim aldı. Bu iktidar, liberallerin “özgürlükçü laiklik”  uydurmasından da destek alarak laikliği inanç özgürlüğüne indirgedi ve içini boşalttı; böylece laikliği adeta Sünni tarikatların koruyucu kalkanına dönüştürdü. 

“Laiklik ilkesi doğrultusunda” faaliyet göstermesi bir Anayasal zorunluluk olan Diyanet İşleri Başkanlığı da, AKP döneminde kendisine çizilen anayasal sınırların tamamen dışına çıkarıldı, iktidardaki tarikatlar koalisyonunun siyasi vurucu gücüne dönüştürüldü

Bütün bunlar kapsamlı bir dincileştirme projesinin uzantılarıydı ve elbette devlet kurumlarıyla sınırlı kalamazdı. Hedef, toplumun tamamıydı; sermaye-emek ilişkileri de dâhil tüm toplumsal ilişkilerdi. 

Sömürü ilişkilerini kolaylaştırdığı ölçüde sermayenin tüm kesimleri de bu politikalara arka çıktı. Sermaye son çeyrek yüzyılda artık din istismarının en kaba biçimlerine muhtaç hale gelmişti. Sermayenin sınırsız sömürüsü anlamına gelen neoliberal birikim rejiminin sürdürülmesi başka türlü mümkün olamazdı. Bu denli küstahça eşitsizlikler yaratan, halkı yoksullaştırdıkça yoksullaştıran, mutlak yoksulluktan açlığa sürükleyen bir rejim, sermaye- iktidar-tarikat-Diyanet işbirliği olmaksızın ayakta kalamazdı.

Rejimin en kuvvetli payandası haline gelen cumhurbaşkanı da, 2017 anayasa referandumuyla inanılmaz güçlerle donatılarak Saray’a gönderilmişti. Sonrasında Türkiye’de sadece kuvvetler ayrılığı son bulmadı, Anayasa hükümleri mevcut haliyle bile fiilen geçersiz kılındı, her türlü keyfiliğe açık bir yönetim tarzına geçildi. Grevlerin yasaklanması, iş cinayetlerinin sıradanlaştırılması, Saray rejiminin sermaye katında tanıtım kartı/kartviziti yapıldı.

Cumhurbaşkanı, göreve başlarken ettiği yemine bağlı kalmayarak laikliğe aykırı her düzenlemeye arka çıkmayı; Anayasanın egemenliği düzenleyen 6. Maddesini alenen çiğnemeyi, bu bağlamda tarikat ve cemaat yapılarının, kaynağını Anayasa’dan almayan devlet yetkisi kullanmalarına göz yummayı günlük uygulamalara dönüştürdü. Anayasanın 6.maddesini açıkça ihlal ederek milletvekili ve bakanlık gibi siyasi kariyerler; valilik, rektörlük, generallik gibi idari/askeri kariyerler ikram ettiği cemaat yapılarına “ne istediniz de vermedik” pervasızlığıyla yaklaşabildi. Tarikat mensuplarının askeriyede, yargıda, eğitimde, devletin her kurumunda hatta toplumun bütün kılcal damarlarında örgütlenmelerine, kamu kaynaklarını sömürmelerine zemin hazırlamaktan geri durmadı.

***

Bu koşullarda, Cumhuriyet Türkiye’sinde cumhuriyetin temel ilkelerini açıkça ve her ortamda savunabilmek bir cüret sorunu haline geldi; özellikle de laikliği açıkça savunmak giderek bir "medeni cesaret" konusu oldu. Cumhuriyetin kurucu partisinin genel başkanı bile laikliği savunmak bir yana laiklik sözcüğünü ağzına almaktan dahi kaçınır olunca meydan iyice dincilere kaldı; Türkiye'yi Osmanlı'nın bile gerisine götürmek isteyenlerin sırtı sıvazlandı; onlar, tepkileri yumuşatılmak istenen “sivil toplum” eylemcileriydi artık!

Buradan bakıldığında, tarikat/cemaat yapılarında gerçekleşen her türlü sapkınlığa, pedofiliye, çocuk tecavüzüne, kadın istismarına seyirci kalınması şaşırtıcı olmaktan çıktı. Bu durumda dinci iktidarın tek kaygısı bu tür olayların kamuoyuna ve yargıya yansımasını engellemek, bu uğurda medyayı ve yargıyı daha fazla baskılamak; eğer engelleyemiyorsa da iyice sistematik hale gelmiş tarikat sapkınlıklarını “münferit” olaylar olarak sınıflandırıp tarikat yapılarını temize çıkarmak ve toplumsal tepkiyi hafifletmeye çalışmak olmakta.

Tarikat yapılarına karşı toplumsal tepkiler kendi saflarına dahi sirayet edecek kadar büyürse de, Hiranur Vakfı örneğinde olduğu gibi, tarikatın iki yetkilisini biraz da mecburiyetten geçici olarak gözaltına alarak tepkileri yatıştırmaya yönelmekteler. Ancak bu kadarı bile “sarı öküzü kaptırmak istemeyen” tarikat dayanışmasını alevlendirmekte. Nitekim bu olayda tarikat dünyası karşı saldırıya geçmekte hiç duraksamadı. Mahmut Efendi tarikatı mensupları Adliye önüne gelerek, “iki yıl önce yargıya intikal etmiş bir olayın azgın azınlığın baskılarıyla, pompalamasıyla hocalarımızın derdest edip tutuklamaya döndürülmesini esefle kınayıp, bir takım iftiralarla, bir takım baskılarla ‘tarikatlar kötüdür, cemaatler kötüdür’ algısını asla kabul etmediklerini beyan edebildiler. Ne yazık ki bu cüreti sadece iktidar kanadından almıyorlar; 6’lı Masa’dan da bugüne kadar tarikatlara karşı tek bir cümle sarf edilmedi, Hiranur olayı bu cenahta da “münferit olay” muamelesi gördü.

Oysa bu ve benzeri olaylar uzun süredir tekrarlanmaktadır; bugünkü dinci siyasetler ve tarikat yapıları sürdükçe arkasının kesilmesi de beklenmemelidir. İrtica tehlikesinin öncelikle kadını, kadın ve çocuk haklarını ve özgürlüğünü tehdit ediyor olması, aslında toplumun büyük bölümünde 6’lı Masanın yönetim kademelerine kıyasla daha doğru algılanmaktadır. Bu bakımdan da toplumun uyarıcı görevini yerine getirmesi gerekmektedir.

  • Çünkü bütün bunlara bir son vermenin zamanı gelmiş de geçmektedir. Bunun için öncelikle bugünkü dinci rejimin tarihe gömülmesi gerekir. Ama yetmez; iktidar adayı olan bugünkü muhalefetin de laikliği hakiki özüyle benimsemesini sağlamak için onun üzerinde de çok ciddi bir toplumsal baskının kurulması gerekmektedir. “Laiklik tehdit altında değildir” kaçışından dönülmesini sağlamak şarttır.
  • Çünkü laiklik, demokratik bir rejimin olmazsa olmazıdır. Laiklik yoksa demokrasi de yoktur. Nitekim Türkiye’nin bugünkü görüntüsü tam da budur. Her ikisi de yoktur.
  • Çünkü laiklik, sömürücü sınıfın din istismarı üzerinden sömürüyü katmerleştirmesine karşı işçi sınıfının en önemli savunma kalkanıdır. Sınıfın bunun farkına varmasını sağlamak, sermaye partilerinden oluşan 6’lı Masa bileşenlerine bırakılamayacak denli yaşamsaldır.
  • Çünkü laiklik, dini dogmalardan uzak, özgür ve yaratıcı nesiller yetiştirmek bakımından eğitim politikalarının en vazgeçilmez ilkesi yapılmak zorundadır.
  • Çünkü laiklik, kadınları ve çocukları cahilliğin ve yobazlığın cenderesinden, şiddetinden ve sapkınlığından korumanın biricik güvencesidir.

Sosyalist Güç Birliği, emeğin Cumhuriyetini kurma yolunda laiklik alanını en önemli mücadele başlıklarından biri olarak boşuna seçmemiştir. Türkiye’de laiklik devrimi yarım kaldığı için yenilgiye uğratılmıştır. Bu nedenle de Sosyalist Güç Birliği’nin kendisi için belirlediği görev alanlarından biri tam da budur: laiklik devrimi sonuna kadar götürülmelidir. Bundan böyle de Sosyalist Güç Birliği’nin tüm eylemlerinde laiklik ana hedeflerinden biri olacak, gerici ittifaklara karşı laiklik bayrağı kararlılıkla taşınacaktır.

Bu çerçevede Sosyalist Güç Birliği Anayasanın 174. Maddesinde yer alan Devrim İlkelerini ödünsüz bir biçimde savunacaktır. Tümü anayasanın dışında oluşumlar olan tarikat ve cemaat yapılarına, bunların vakıf ve derneklerinin her türlü faaliyetine ve iktidar bağlantılarına derhal son vermek Sosyalist Güç Birliği’nin ilk başlama noktası olacaktır. Bu bağlamda, bir gericilik yuvasına dönüşen Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kapatılması da artık sosyalist solun gündem maddelerinin başında gelmek zorundadır.

Sosyalist Güç Birliği’ni oluşturan hareketler, sosyalist solun kendi nicel gücünü katlayabilmesi ve siyasette niteliksel bir dönüşümün başlatıcısı olabilmesi için güçlerini birleştirmişlerdir.

Komünist ve sosyalist partilerin güçlerini birleştirerek ortak bir odak yaratmaları, siyasal ve ekonomik sistemi gerçek anlamda dönüştürebilecek gerçek bir siyasi alternatifi yaratabilmek içindir. 

Kitlelerin düzen partileri arasında seçeneksiz bırakıldığı bir ortamda, Sosyalist Güç Birliği farklı bir siyasi seçeneğin mevcut olduğunu kitlelere gösterebilmek için siyaset arenasına giriş yapmıştır.

Sosyalist Güç Birliği, Türkiye toplumunun yarınlara umutla bakabilmesi için vardır ve var olacaktır.

Yaşasın sosyalistlerin güç birliği!

Yaşasın Sosyalist Güç Birliği’nin mücadelesi!