İşin sonunda sermayenin emriyle Dimyat’tan plastik pirinç ithalatı yapayım derken, evdeki bulgurdan ve eldeki iktidardan olma riski de ziyadesiyle gerçektir. 

'Peşaver sendromu' ışığında Siyasi İslam’ın Selefilik açmazı

Bizim oğlan bina okur, döner döner yine okur. Son cümlesi bu şekilde olan fıkrayı herkes bilir. Türkiye’nin bulunduğu noktaya ve sürüklendiği yere bakınca benim aklıma bu cümle geliyor. Bu yüzden de Suriye politikası ve özellikle de İdlib meselesi bağlamında birkaç yıldır üzerinde durduğum “Peşaver sendromu”na daha ayrıntılı değineceğim bu hafta. 

Önce neyi kastettiğimizi bir anımsayalım. Yıl 1979, SSCB Afganistan’da. ABD SSCB’yi yeşil kuşakla çevreleme gayretinde. Pakistan’da ABD destekli askeri rejim. Başında Kenan Evren’in sonradan kadim dostu olacak General Ziya-ül Hak. Önemli eylemlerinden biri Zülfikar Ali Butto’yu idam ettirmek ise bir diğeri de ülkeyi adım adım dincileştirmek. Washington şahinlerinin planı, Suudi Arabistan’ın parası, Pakistan askeri istihbarat örgütü ISI’nin icraatı eşittir Taliban. Sözlük anlamı medrese öğrencileri. Davutoğlu’nun çok sonraları başka kelle kesiciler için kullandığı tanımlamayla “bazı öfkeli çocuklar”. Ağırlıkla Paştun halkına mensuplar. Bu halk Afganistan’daki en kalabalık etnik grup olduğu gibi, Pakistan’ın kuzey bölgelerinde de yaşıyor. ISI’nin “parlak beyinleri” Paştun hakimiyetinde alabildiğine islamcılaştırılmış bir Afganistan’ın ekonomik, siyasi ve stratejik açıdan Pakistan’ın işine geleceğini, bölgede ezeli düşman Hindistan’a karşı avantaj sağlayacağını düşünüyorlar. 

Peşaver Pakistan’da bir kent. Özelliklerinden biri Afganistan’dan Pakistan’a geçmek için katedilmesi gereken meşhur Hayber geçidinden çıktıktan sonra yolcunun karşısına çıkan ilk büyük kent olması. Halkın ana dili Paştunca. 1978’den itibaren kente akan Afgan mültecilerin ezici çoğunluğunun dili de öyle. 

Pakistan Askeri İstihbaratı Taliban’ı bir eldiven misali eline takıyor, kendisi ve ABD hesabına Afganistan’da kullanıyor.  Herkes memnun. Afganistan’da görev başarılıyor. Ülke Taliban eliyle “özgürleştiriliyor”. Afganistan bağlamında gerisi malum. Pakistan bağlamında yaşananlara ise verilen bir isim var: Peşaver sendromu. ISI’nin ve Pakistan askeri yönetiminin eldiven gibi giydiği Taliban, ele yapışıyor. Virüs deriden bedene nüfuz ediyor. Bedeni dönüştürüyor. Pakistan o gün bugündür iflah olmuyor. Nur topu gibi bir Pakistan Talibanı ortaya çıkıyor. Sadece Peşaver değil, bütün Pakistan yobazlık, yoksulluk ve terörün mükemmel karışımı sayesinde yaşanmaz hale geliyor.

Peşaver sendromu konusunu araştırırken karşıma çıktı. Deneyimli gazeteci Mete Çubukçu tam 10 yıl önce gayet nazikçe yapmış bu uyarıyı Akepe Hükümeti’ne. Yıl 2014. Suriye’deki meşru rejimi yıkmak için ABD aklı, Suudi parası ve Akepe eliyle sözde bir “milli ordu” oluşturulmuşken. Hani şu meşum “Eğit-donat” programı. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin balayı dönemi. “Suriye’de Sunni Hükümet kuracağız, Emevi Camii’nde Müslüman kardeşlerimizle omuz omuza namaz kılacağız. Bölgeyi Türkiye sermayesinin hizmetine sunacağız” söylemlerini sıkça işittiğimiz zamanlar. Çubukçu’nun yazısını okumak isteyenler için linki şurada: https://www.diken.com.tr/sinirdaki-hatta-icimizdeki-tehlike-pesaver-sen…

Devlet aklı olur mu, olmaz mı tartışıyoruz ya  sık sık. Akıl olur ya da olmaz ama hafızası mutlaka olur bir devletin. O hafıza salt devletin kendi başına gelenleri değil, yakın ve benzer özellikler taşıyan bölgelerde yaşananları da kaydeder. Dersler çıkarır. Yanlışları tekrar etmemek için neler yapılması gerektiği üzerine kafa yorar. Eminim ki, o dönemdeki güvenlik bürokrasisinin içinde de bu tarz uyarıları yapan olmuştur. Bu uyarıların ne derece dikkate alındığını ise bugün geldiğimiz noktadan anlayabiliriz.

Akepe düzeni Suriye’de bu işlere giriştikten sonra Türkiye’de en az bir düzine cihatçı terör saldırısı oldu. Bunlardan bir tanesinde bir gece kulübüydü hedef, bir diğerinde Türkiye’nin ve bölgenin en büyük havalimanı. Ankara Garı katliamı, aldığı canlar açısından ülke tarihine geçti. Reyhanlı’da açılan perde kapanmak bilmedi. Daha bir hafta önce Sarıyer’de bir kilise hedef alındı. Bir de IŞİD eylemleri arasında sayılmayan Beyoğlu saldırısı oldu. Bu eylemlerin neredeyse tamamında, çoğumuzun kafasında Türkiye’de yaşayanların güvenliğini sağlamakla sorumlu kurumların işleri doğru yapıp yapamadıklarına dair soru işaretleri oluştu. 

Bu sorulara üç türlü yanıt vermek mümkün. Birincisi “tesadüf ya da coğrafya kaderdir, kederdir” tipi yakınmalarla. Bunu geçelim. Dünyayı anlamak isteyen, kafasını kullananlar için dikkate alınacak bir yanıt değil bu.

İkinci olası yanıt: “Bilerek yapıyorlar. Cihatçı terör her şekilde Akepe’ye ve sermaye düzenine yaradığı için önünü açıyorlar.”  

Üçüncü ve son olası yanıt ise şu minvalde olabilir: “Bir kez önünü açtılar, şimdi de tutamıyorlar.”

Bana sorarsanız gerçek ikinci ve üçüncü seçenekler arasında bir yerlerde duruyor. İşte Peşaver sendromunun İdlib merkezli tekrarının altında yatan sebep de bu. 2022 yılının Kasım ayında Suriye’deki gelişmeleri çok yakından izleyen Emir Aşnas ile soL TV’de bir program yapmıştık. Konuya ilgi duyuyorsanız yeniden seyretmenizi tavsiye ederim.

İdlib’de bir avuç uzman dışında artık adlarını ve hangi ana cihatçı gövdeye, hangi Selefi oluşuma bağlı olduklarını kimsenin akılda tutamadığı yığınla cihatçı örgüt var. Bunların Türkiye ile yakın bağları olduğu, ABD’nin de uzun parmaklarının buralarda dolaştığı herkesin bildiği bir “sır”. Örgütlerin isimleri, cisimleri, ne tür bir politika izledikleri, hangi bölgeleri ne ölçüde kontrol ettikleri ve daha da önemlisi Akepe düzeni ile ne tür bir ilişki kurduklarının ayrıntıları yukarıda linkini verdiğim programda uzun uzun anlatılıyor.

Bugün için üzerinde durmamız gereken, bu örgütlerin Türkiye’deki güvenlik bürokrasisi tarafından tam anlamıyla denetlenip denetlenmedikleri ve özellikle de Peşaver sendromu benzeri bir gelişmenin kendi topraklarımızda da yaşanıp yaşanmadığı. En son örnekten gidelim, Sarıyer’deki Kilise saldırısında orada görevli polisin o gün işe gitmemesi “soğuk algınlığından” mı, “adam sendecilikten” mi, yoksa cihatçı virüsün ana gövdeye bulaşmış olmasından mı kaynaklanıyor?

Bizim muhalif ve düzen karşıtı kimliğimizle bu soruyu sormamız doğal karşılanabilir. Ancak asıl önemli olan düzen içi güçlerin de bu soruyu ciddi ciddi gündemlerine almaları. “Canım biz Pakistan değiliz, 7 bin yıllık tarihimiz var, istediğimiz an kırıveririz boyunlarını” tarzı bir yaklaşımın duvara toslama olasılığı çok yüksek. Üstelik buradaki mesele Pakistan örneğinden ibaret değil. 

Belki bu noktada, kimi yanlış anlamaların önüne geçmek ve terimleri hiç değilse bu yazı bağlamında yerli yerine oturtmakta yarar var. Siyasal İslam’dan kastım, IŞİD, El Kaide ya da Taliban gibi örgütler değil. Müslüman Kardeşler, Ziya ül Hak cuntası ve onun baş sponsoru Suudi rejimi, Evren Cuntası ve onun evrimsel sonucu Akepe düzeni gibi dini, murat ettikleri sömürü düzenini kurmak ve yaşatmak için başlıca alet olarak kullanan yapılar. Bu yapılar dinin temel kurallarını siyasal ve toplumsal alanı şekillendirmek, aynı anda düzene yönelik herhangi bir kalkışmayı kaynağında bastırmak ve sonuçta karakuşi bir rejim inşa etmek için kullanırlar. Bununla birlikte, işlerine geldiği noktada o kuralları ihlal etmekten çekinmezler. Örnek olsun, Ziya ül Hak, elinin kolunun kesilmesinden hiç kaygı duymadan yoksul Pakistan halkının servetini kendi cebine aktarır. Ülkesinde içki içirtmeyen Suudi Prens, İskoçya ziyaretinde 36 yıllık viskiyi içer. Faiz haram diye yeri göğü inleten Erdoğan, düzene para gerekince faizi yüzde 8,5’tan 45’e altı ayda çıkartır. Bunlar siyasal eleştiri değil hayatın gerçekleridir.

Çok kabaca anlatırsak Selefiler ise bu gerçekleri kabul etmezler. 7. Yüzyılda ne yapılmışsa aynen tekrarını isterler. Siyasal İslamcılar Selefiler’i kullanarak iktidara gelmeyi ya da berkitmeyi hedeflerler. Ne de olsa bunlar “İslam’ın zinde güçleri” ya da “öfkeli ama temiz çocuklar”dır. Selefiler ise Siyasal İslamcılara pek de olumlu gözlerle bakmazlar. Açtıkları alanlara girerler ve tabanlarını genişletirler. Zaman içinde Siyasal İslamcılar kendi tabanlarına, kurumlarına hâkim olmakta güçlük çekerler.  En sonunda da iktidardan olurlar.

Dedik ya, mesele Peşaver sendromundan ibaret değildir. Yakın geçmişte Tunus ve Mısır’da Siyasal İslamcılar tam da bu şekilde iktidardan edilmişlerdir. 

Akepe’nin nerede ve kimin tarafından kurulduğunu, kimler tarafından alabildiğine desteklendiğini, palazlandırıldığını zaten biliyoruz. Unutmayalım ki, Müslüman Kardeşler de Arap Baharı diye adlandırılan dönemde Washington’da kurulan Ortadoğu denkleminin önemli bir unsuru sayılmışlardı. 

Tunus’ta uzun yıllar süren bir dikta rejiminin ardından sandık yoluyla işbaşına gelen İhvan, Selefiler’in özellikle turistik hedeflere yaptıkları, -maazallah- Batılı turistlerin öldüğü ve bir türlü önlenemeyen kanlı saldırıları sonucu iktidarı terk etmek zorunda kalmıştır. 

Aynı şekilde Mısır’da iktidara gelen İhvan, Selefiler’in özellikle Hristiyan Kıpti azınlığa yönelttiği katliam nitelikli saldırıları bir türlü durduramamış ve sonunda Batı ve bölgedeki acentalarından olan Suudi Arabistan destekli bir darbeyle alaşağı edilmiştir.

Her iki örnekte de Selefiler’in devletin güvenlik aygıtına sızdıkları ve buralardan ciddi boyutta militan devşirmekte zorlanmadıkları bilinmektedir. Zira ürünün aslı varken yan sanayi ürününün kıymeti bir yere kadar geçerlidir.

Uzun sözün kısası, ayda bir şeriat iyidir demek, ülke yasalarını İslamileştirmek, mahkeme kararlarında dini kaynaklara atıf yapmak, finansta “Nass”tan bahsetmek Selefi tehdidini önlememekte aksine bu akıma alan açmaktadır.

İşin sonunda sermayenin emriyle Dimyat’tan plastik pirinç ithalatı yapayım derken, evdeki bulgurdan ve eldeki iktidardan olma riski de ziyadesiyle gerçektir. 

Komünistler, Devrimciler ve Cumhuriyetçiler için hiç fark etmez. Biz aydınlanmanın neferleriyiz. Büyük insanlık için, sömürüsüz bir dünya için  Selefi’yle de, Siyasal İslamcı’yla da, Evangelist’le de, Yahudi yobazla da aynı hırs ve kararlılıkla  mücadele ederiz. O yüzden tuzağa düşüp “kandırıldık” diye sızlanma ihtimalimiz yoktur.

Demedi demeyin!