İngiltere sermayesi Thatcherizmi arzuluyor ama koşulların uygun olmadığını bir türlü kabullenemiyor. Muhafazakâr parti içindeki fokurtuların sebebi bu ideolojik çatışmaların su yüzüne çıkması.

İrlanda ve İskoçya: İngiltere’de değişen sınıf mücadeleleri ve tutunamayan başbakanlar

Engels’in kehaneti ada üzerinde gerçek olmuş gibi görünüyor. Kehanet kelimesi fazla metafizik görünebilir, yine de geleceği doğru yöntemleri kullanarak sezinleyebilmeyi belki de en iyi bu kelime anlatıyordur. İrlanda’nın, İngiltere’den ayrılarak bağımsız bir devlet olma ihtimalini yüzünü buruşturarak karşılıyor Engels. İngiltere işçi sınıfının göçmen İrlandalılarla farklı bir nitelik kazandığına ve bu iki halkın giderek artan vahşi sömürü karşısında sınıfsal birlikteliğine işaret ediyor...

Üzgünüm, Liz Truss’ı ve bugün yaşananları anlamak istiyorsanız biraz zahmete katlanıp, adanın tarihine bakmak ve anlamak için çaba göstermek zorundasınız. Teknolojik mucizeler veya devrimler biteviye propaganda edilse de hâlâ biricik öğrenme biçimimiz yoğun bir biçimde emek sarf etmekten geçiyor. Maalesef bilgiler henüz zihnimize bir mikroçip ile zerk edilemiyor. Daha bunu bile başaramayan ‘teknolojik devrime’ yazıklar olsun...

Engels, İrlandalı mizacının, İngiltere işçi sınıfının liberal düzene olan imanını zedelediğini söylüyordu. Köpeklerin, Afrikalıların ve İrlandalıların giremediği pub’lara bir İrlandalı girdiğinde ‘akıl’ hızla ortamı terk ediyordu. İrlandalı köle emeği, işçi sınıfı içerisindeki rekabeti kızıştırıyor, eskinin ufacık ayrıcalıkları bir anda toz duman oluyordu. İrlandalılarla birlikte katmerlenerek artan sömürü ve silinip giden ayrıcalık kırıntıları, ırkçılığı ve onun tam karşıtı olan sınıf mücadelesini güçlendiriyordu.

Engels, Britanya Adası’ndaki işçi sınıfının bölünmesinin onu zayıflatacağını düşünüyordu. İrlandalıların bağımsızlık için kurduğu dernek ve örgütleri tüm benliğiyle olumlamıyordu. Ada uluslarının gerçek kurtuluşu sosyalizmdeydi. Tarih bunu doğrulayacak ve iki yiğit insanı bu konuda haklı çıkaracaktı. Şimdi, Friedrich Engels ve Séamas Ó Conghaile (James Connolly) Dublin’de Genel Posta İdaresi’nin önünde yan yana oturmuş, İrlanda'nın değişen yüzünü hüzünlü ama asla umutsuz olmayan gözlerle izlemeye devam ediyor.

İrlanda’nın bağımsız olması, işçi sınıfına çok şey kaybettirecekti ve bu kaybın tek bir yararı olabilirdi...

Engels’e göre; İrlanda bağımsız olduğunda, İrlanda işçi sınıfı kendisine ihanet edecek olan İrlandalılarla tanışacaktı. İç savaşta Connolly’nin yoldaşları bir bir öldürülür ve İrlanda’dan sürülürken sosyalistler, İrlandalı işçiler bu ihanetle acı bir biçimde yüzleşecekti.

Özgür İrlanda, İngiltere sermaye sınıfıyla anlaşmalı evliliğini işte o gün duyurmuştu. İngiliz rasyonalizminin deli gömleğini giymeyi reddeden İrlandalılar, İspanya iç savaşında uluslararası tugaylara kendi birlikleriyle katılacak hatta faşist Benito Mussolini'ye suikast girişiminde (Violet Gibson) bulunacaktı. Yiğit kadın Violet Gibson’ın hatırası Dublin’de yaşamaya devam ediyor.

İrlanda’nın bağımsızlığa tek başına yürüdüğünü düşünmek yanlış. İngiltere’nin bitmek bilmeyen terörü ve soykırımları İrlanda’ya başka yol bırakmadı. İngiltere’nin milliyetçi katilleri, adayı tek bir ulus potasında eritmek için her çareye başvurmuş, İrlandalı mizacıyla bir türlü baş edememişti. Bugün, bu çarelere demokrasinin nimetleri ve yüksek standartları diyoruz.

Ortada Büyük Britanya ya da Birleşik Krallık diye bir şey yok! Ada farklı uluslar tarafından bölünmüş durumda ve bu bölünmüşlük esas olarak siyasi denklemi belirliyor. Tüm bu kıyımların sonunda İngiliz emperyalizmi, işbirliğine gitme yoluna giderek İrlanda adasının en azından bir bölümünün statüsü tanımak zorunda kaldı. Elbette kraliyet yemini etmek kaydıyla.

İşte İngiltere’nin kadim üniversiteleri bu vahşeti gerçekleştirecek incelikli yöneticileri yetiştirmekle görevliydi. Bu malum üniversitelerin bugünkü marka değerlerine bakarak kafalarında budalaca idealler yaratan sömürge insanının hali gerçekten acınası. İşte bu sömürgeci kafa, Britanya’nın Westminster’dan ibaret olduğunu sanıyor. Burjuvazi tüm mesleklerin kutsal halesini bir bir parçalarken sanırım bir mesleğin fetişi ve kutsal halesi belli ki en son parçalanacak. Orta çağ geleneklerini sürdüren üniversitelerin, birer ideoloji üretim merkezi olarak memurları üzerinde kurdukları efsun en son kalkacak gibi görünüyor. Seromonileri, üniformaları ile kendilerini uzun bir süre işçi sınıfından ayıracaklarmış gibi duruyorlar. Fetişizme devam. Şimdi, biraz yörüngemizden sapma zamanı...

Liz Truss neden nükleer karşıtı bir annenin, nükleer silahları kullanmaktan çekinmeyeceğini söyleyen kızı olarak tarihe geçti? İngiltere, eğitim sistemi saat gibi işliyordu ve aile hayalini kurdukları eğitimi kızlarına bahşettiklerinde ondan insanlığa yararlı bir insan çıkacağını düşünmüş olabilir. Althusser’in yaklaşımını hatırlamakta yarar var, kapitalist ideoloji en büyük gücünü eğitimden alıyor. Şimdi, sistem kendi eliyle eğitimi piyasa tanrısının insafına bırakırken aynı zamanda bu dev yapının temellerini sarsıyor.

Üniversite yıllarımda iki büyük rehberim olmuştu. Sorun bu insanların tek tek varlığıyla ilgiliydi. Herkesin liberal dine iman ettiği bir ortamda eğer şanslıysanız bu dine iman etmeyen ve tam tersine bulunduğu kurumun insanlığa zarar verdiğini dile getirme cesaretine sahip yiğit insanlarıyla tanışmak kocaman bir şanstan ibaret oluyor. İşçi çocuklarının geleceği için bu işi şansa bırakmak istemiyoruz! Nazife Güngör ve İrfan Erdoğan üniversiteyi bir kurum olarak tanımamda zihnimde önemli izler bırakmışlardır. Ana akım paradigmaların aslında biz emekçilerin cehennemine rıza üretmekle görevlendirildiğini ve Türkiye aydınına biçilen papağan olma rolünü asla kabul etmemeyi onlardan öğrendim. Kolejlerden, özel kurslardan ve kültüre dair tüm incelikli yapılardan mahrum edilmiş bir ailenin çocuğu olarak, kendi meziyetlerimi, hatta kişiliğimi sorguluyordum.

Beceriksiz ve yeteneksiz olmaya doğuştan yazgılı olduğuma inandırılmaya çalışılıyordum. Meslek lisesinin elektrik-elektronik bölümünde okuyan biri olarak oradaki çocuklarla birlikte toplumun gözünde kafasız-ahmaklar statüsüne erişmiştim. İrfan Erdoğan, şu soruyu kendi kendime sormaya yöneltti beni: Koleje gidenler ve oradaki eğimi satın alanlar üstün zekalı, biz yoksul çocukları (meslek lisesi mezunları) gerizekalı mıydık? Küçük ayrıcalıkların dünyasına hoş geldiniz. Kapitalizm denen yağmacı düzen ayakta kalmak için işte bu ayrıcalıklara ihtiyaç duyuyor. Bu arada en büyük dersimi yaşamı her yönüyle sorgulayan bu değerli insanlardan değil, liberalizme iman eden iletişim fakültesi dekanımdan alacaktım. ‘Yiğidi öldür, hakkını ver’ demişler... 

Günümüz dünyasında bu küçük ayrıcalıklar artık buharlaşıyor. Sistem doğası gereği her yeri kuralsızlaştırmak ve alabildiğine sömürmek istiyor. Mesleklerin kutsal halesi bu yüzden bir bir düşüyor. Gayet iyi bir gelişme. İşçi sınıfı görmezden gelinen bir sınıf haline gelecek ve yaşamları bir mum gibi kısacık bir an ışıldayıp sönecek ama beyaz yakalı işçiler ayrıcalıklarını sürdürmeye devam edecek. Yok böyle bir rüya/dünya.

Liz Truss, İngiltere’de sokakların güvende olacağını söyleyerek, mültecilerin hakkından geleceğini ima ediyordu. Irak yerle bir edilirken, yüksek demokrasi standartları gereği Afganistan’da mücahitler desteklenirken ve Derry’de İrlandalı kanı dökülürken sokakta güven içinde yürümeyi küstahça düşünebiliyorlar. Yaşamlarını ve geleceğini yok ettiğiniz insanlar akın akın gelecekler ve ayrıcalıklı çocuklarınıza sokaklarınızı dar etmeye devam edecekler. Gelecekte eşitliği nasıl istiyorsak, ezilirken de eşitliği sonuna dek isteyeceğiz. Yok öyle farklı farklı kompartımanlarda ezilmek! İşçi çocukları birer birer kıyma makinesine sürüklenirken, onlara şehitlik payeleriyle kahramanlık madalyaları takılırken, bu dünyada biricik olan üstün zekalı çocuklarınızın kolejlerde biricik hayatlarını kurtarma devrini geride bırakıyoruz.

Oscar Wilde’yi kocaman bir reklam balonunun içine sokuyor ve ondan asla olmak istemediği bir figür yaratıyorlar. Wilde, bir ahlak ve erdem çağrısıdır. Bu yüce gönüllü şair bugün İrlanda’nın sokaklarını arşınlasa büyük bir utanç duyardı. Bir tarafta çikolatalara, oyuncaklara ve eğlenceye doymak bilmeyen Gargantualar diğer tarafta çikolatayı rüyasında gören çocuklar. Hiç uzağa gitmeyelim İrlanda’nın kendi içinde bu acıları duyan çocuklar var. Oscar Wilde yaşasaydı bir gün tüm bu azgınlık ve şuursuzluk dinecek bu kocaman Reading Zindanında derdi.

Sosyal darwinizm, İngiltere’nin dünyamıza biricik hediyesidir; işte karşınızda vahşi bireycilik. Bu öyle bir ideoloji ki çocukları bile ayıracak düzeye getirebiliyor insanları. Tüm çocukların eşit koşullarda aynı olanaklara kavuşmasını istiyoruz, biri piyano tuşuna dokunurken diğeri ingiliz anahtarına dokunamaz. Yok öyle tek tek kurtulmak. Anne ve baba olmanın kutsal halesi, dünyayı kendi çocuklarımızdan ibaret olarak gördüğümüz günden beri hükmünü yitirdi. İşçi sınıfının en büyük belası liberalizme iman etmiş ve çoktan köleleşmiş küçük burjuvalar. İşte, İngiltere’deki ve kilometrelerce uzaktaki Türkiye’de çocukları öğüten sistem. Unutmadan, iletişim fakültesi dekanımızın verdiği büyük dersi kısaca özetleyeyim. Benimle odasında uzun uzun konuşarak üniversite diplomasını bir hisse senedine benzetmişti. Ve kendi amacının bu senedin (kağıdın) değerini yükseltmek olduğunu söylemişti. Her gün üniversitede işinize giderken yabancılaşmak istemiyorsanız bence bu büyük dersi sizler de aklınızdan çıkarmayın. 

Marka ve hisse senedi değeri büyük olan üniversitelerden birinden mezun olan Liz Truss, 45 günlük faşizm denemesinin kurbanı oldu. Ondan önce Boris Johnson benzer şeyleri denemiş ve başaramamıştı. Yenilen pehlivan güreşe doymaz derler. İngiltere sermayesi Thatcherizmi arzuluyor ama koşulların uygun olmadığını bir türlü kabullenemiyor. Muhafazakâr parti içindeki fokurtuların ve iç savaşın sebebi bu ideolojik çatışmaların su yüzüne çıkması.

Devlet televizyonu BBC’de Kuzey İrlanda’ya komando indiren ve Thatcher dönemi terörizmini ruh çağırır gibi çağıranların kanlı iktidar mücadelesini izliyoruz. İskoçya ve İrlanda 70’li yılların çelimsiz ülkesi değiller. Liz Truss, Kuzey İrlanda protokollerini ve hayırlı cuma antlaşmasını çöpe atacak ifadeler kullanırken, İrlandalı arkadaşlarımın tepkilerini ölçmeye çalışıyorum. Benim kadar ciddiye almadıklarını ve alay ettiklerini fark ettiğimde şaşırıyorum. Aynı alaycı tavır Johnson için de geçerliydi. İngiltere’nin AB’den çıkışı (Brexit) adayı ekonomik olarak bölüyordu. Kuzey İrlanda’ya sınır inşa edilmesi tartışmaları buradan çıkıyor. Ekonomik sınır varsa, fiziki duvar neden olmasın? İskoç sermayesi, SNP aracılığıyla AB’den çıkma sürecine resmen baş kaldırdı.

İngiltere, dengeleri bozarken kendi emperyalist küstahlığının bedelini ödemeye doğru ilerliyor. İskoçya Ulusal Partisi (SNP), hızla bağımsızlık kartını açtı. İrlanda’nın 100 yıldan fazla süren İngiltere ile olan siyasi deneyimi bu huysuz İmparatorluğun nasıl hizaya getirileceğinde uzmanlaşmıştı. Sadece Westminster’ı merkeze alan ve Muhafazakâr partinin iç kavgasına bakanlar burnunun ucunu bile göremez. Kaderin bir cilvesi işte, İngiltere ada içindeki ulusları büyük bir zulümle kendine bağlarken esasında kendisini de bu uluslara ve onların ekonomik faaliyetlerine bağımlı kılıyordu. İskoçya, Galler, İrlanda ve İngiltere bir ipin ucunda el ele tutuşmış cambazlara benziyor ve İngiltere şımarıkça tavırlarıyla bu dengeyi bozuyor. Öyleyse rakip sermayedarlar için yeni fırsatlar doğuyor. Zavallı sömürge insanlarının anlamayacağı meseleler bunlar. Kraldan daha çok kralcı olanları aşağılama hakkını her zaman saklı tutmalıyız. Onlar büyük demokrasi ve bir hukuk ülkesi İngiltere’ye geldiler ve çok ama çok minnettarlar (Liz Truss’ın içişleri bakanı onlardan biriydi). Zavallılar 70’lerdeki büyük İrlandalı kıyımını, hadi o kadar uzağa gitmeyelim 90’lar İrlandasının rakibini televizyonda bile konuşturmayan demokrasi pratiğini görmezden geliyorlar. Parayla hangi eğitimi aldıklarından ziyade, tüm cahiller tarihi kendisinden başlatmaya bayılıyor. Keşke tarih denen şey kendi kişisel tarihimizden ibaret olsaydı...

İrlanda’da 1916 yılından bu yana çok sular aktı ve İrlanda artık o yılların yoksul ülkesi değil. İngiltere’ye kafa tutacak bir sermaye birikimine ve eşit koşullarda rekabet edecek pozisyona ulaştı. Bu başarıda İngiltere’nin Amerika’ya zorla göç ettirdiği İrlandalıların payı büyük. İrlandalılar, ABD siyasetindeki etkin konumlarıyla övünüyorlar. Bu faktörün bugünkü ada politikalarında etkisi büyük. Tarafları Kuzey İrlanda’da anlaşmaya ABD zorlamıştı. Şimdi, İngiltere’nin bu anlaşmaları hiçe sayarak attığı ekonomik adımlar kendi iç siyasetini zayıflatıyor.

Öyleyse İngiltere’yi anlayabilmek için Belfast, Edinburgh ve Dublin’e de bakmak zorundayız. Johnson, Kuzey İrlanda protokollerini diline doladı ve o dönem Kuzey İrlanda’da fiziki çatışmalar1 başladı. Bu çatışmaları hafife almamak lazım. Gazeteci olmayanların bu bilgileri edinebilmesi zor. İngiltere’nin protestan güçleri el altından silahlandırdığı iddia edildi. Askeri helikopterler Derry kentinde alçak uçuş yaparak sosyalist cumhuriyetçileri-halkı rahatsız etmeye ve güç gösterisine devam ediyor. İngiltere, Kuzey İrlanda’da yaklaşan Sinn Fein iktidarına silahları göstererek mesaj veriyordu. İrlandalıların yüzündeki alaycı gülümseme tekrar göründü, herhalde tüm ada halkları bu ulusun silahlardan korkmadığını kavramıştır. Elbette bu kavrayıştan İngiltere’yi yönetenler mahrumdu. Zavallıca bir yabancılaşma. Johnson, tüm şımarıklıklarının bedelini kendi bakanları tarafından ağır biçimde ödedi. Bazı yorumculara göre geri dönmesi ihtimali dillendiriliyordu. Bu sefer aynı alaycı İrlandalı tebessümü takınma sırası bizde. Johnson, dün gece yarıştan çekildiğini açıkladı ve yeniden döneceğine yürekten inanan ve Türkçe düşünen müttefiklerini hüsrana uğrattı. Hangi akla hizmet yeniden parti başkanlığına niyetlendiği ise meçhul; elbette duyduğumuzda bol bol güldük. Johnson muhtemelen kabinesini sokaktan çevireceği insanlardan oluşturacaktı. 

Kuzey İrlanda’ya dokunan yanıyor. Bugün, bu konunun ciddiyetini kavramayan herkes yanacak. İngiltere sermayesi, şımarık tavrını sürdürmeye devam ederse İskoçya ve İrlanda ipte tutunmaya çalışan İngiltere’yi aşağıya itiverecek. Bugüne kadar İrlanda’da yönetici kadroları belirleyen İngiltere’nin hazin sonu. Şimdi, İngiltere’deki yöneticilere yön verme sırası İrlanda ve İskoçya’da.  İrlanda başbakan yardımcısı (Tánaiste) ve Fine Gael lideri Leo Varadkar, Liz Truss istifa etmeden saatler önce işçi partisi lideri Keir Starmer ile İrlanda ve İngiltere arasındaki ekonomik ve ticari ilişkileri birlikte istişare ettiler. Aşağıdaki paylaşım İrlanda devletinin tavrını açık bir biçimde ortaya koyuyor.

İrlanda, İngiltere’de muhalefet liderini siyasi muhatap olarak alıyor. İrlanda siyaseti: “İrlanda’yı ekonomik silahlarla ve sınır inşa ederim diye mi tehdit ediyorsun? Evet, ben bunun bedelini ödüyorum ama aynı ekonomik bedeli sen de ödeyeceksin, çünkü sözleşmeyi ben bozmuyorum” diyor. Öylese ada kendi dengesini bulana kadar muhafazakarlar birbirini yemeye devam edebilir ve İngiltere’de iktidara gelen faşistler antlaşmaları zorlarsa onlara omuz atmaya ve düşürmeye devam.

İngiltere, güçsüzlüğünün farkında değil. Zira, güç zehirlenmesi yaşıyor. Eskiden kafasına göre at koşturduğu adada bugün de koşturacağını sanıyor. Fianna Fáil lideri başbakan (Taoiseach) Micheál Martin, kendi güçsüzlüğünün farkında. İngiltere’nin dengeyi bozarak ve milliyetçi söylemlere ağırlık vererek İrlanda’nın da dengesini bozduğunu söylüyor. Rakiplerini uyarıyor ve zeminin giderek kaygan hale geldiğini söylüyor.

Wolfe Tone anma töreninde konuşan Martin, Kuzey İrlanda’da artık kesin bir sonuca ulaşmak gerektiğini söylüyor ve İrlanda’nın birleşmesinin tek ve gerçek çözüm olduğunu hatırlatıyor. Martin korkuyor; çünkü bir dönem daha yeşiller sayesinde engelledikleri Sinn Fein iktidarının adım adım geldiğini görüyor. İrlanda tıpkı İngiltere gibi eski İrlanda değil. Sinn Fein üzerinde yeni bir terör dalgası yaratmanın hiçbir anlamı yok. Tesadüfe bakın ki İrlanda merkez siyasetçileri, gençlerin Sinn Fein’e yönelmesini ‘eğitim sisteminin’ bir başarısızlığı olarak görüyor. Terör hamlesinin İrlanda’da intihar anlamına geldiğini herkes biliyor. İrlanda sermayesi, İngiltere’ye senin yarattığın dengesizlik benim dengemi bozuyor ve düşersem tek başına düşmem diyor. Bu yüzden İskoçya ve İrlanda, İngiltere’de kendi başbakanını bulmuş durumda...Rishi Sunak ve genel seçim sonrasında gelmesi beklenen Keir Starmer; diğer ihtimallerin tartışılma imkanı bile yok bu cephede. Liz Truss eğer bir şekilde liderliği elde etmemiş olsaydı zaten İskoçya ve İrlanda’nın başbakan tercihi Rishi Sunak’tı.

Gerçekte dengesi bozulan ve krizlerle ipte tutunmakta zorlanan bu güçlerin Keir Starmer konusunda seçimleri bekleyecek mecali yok. Herkes bu can simidine tutunmaya çalışıyor. İşçi partisi liderinin en isabetli tavrı bu süreçte ortaya çıkıyor.

İrlanda, muhafazkar partideki kavgayı alaycı bir biçimde izlese de İngiltere işçi sınıfı büyük bedeller ödemeye devam ediyor. Kamusal sağlık hizmetleri ve sosyal sistemdeki borç yükü her iki ülkeyi tükenme noktasına getirmiş durumda. Salgın süreci, neo-liberal politikaların sağlık sistemini nasıl yok ettğini açık bir biçimde gösterdi. Buna rağmen İngiltere yönetici sınıfları sürü bağışıklığı ve bir din gibi iman ettikleri sosyal darwinizmden geri adım atmadı. Hatta kamusal bütçeyi güçlendirmek yerine milyarlarca sterlini Ukrayna savaşına harcamaktan çekinmediler.

Liz Truss, tüm bu karanlık tablonun ortasında neo-liberal politikaları sürdüreceğini ve Margaret Thatcher’ı geride bırakacağını söyledi. İşte ayağını sürekli rasyonalizme bastığını söyleyen bir sınıfın irrasyonalizmle sonuçlanan hazin sonu.

Michael Lynch öncülüğünde İngiltere işçi sınıfının açtığı bayrağın ağırlığını önemsizleştirenleri görmezden gelin. Truss’ın ömrü kısa sürdüyse eğer, grevleri yasaklayacağını utanmazca söyleyebilme cüretinin etkisi büyük. Bu yüzden ömrü bir maruldan daha kısa sürdü. Kimse kitlesel bir isyanı tetikleyecek gerilime cesaret edemiyor. Evet, Rusya karşısında cesur olmak iyi ama içeride savaşçı görünmek ne kadar iyi? Neyse ki İrlandalı adam ortama hızla girdi ve akıl hızla bulunduğu yeri terk etti.  Michael Lynch, işçilere James Connolly’i örnek gösterdi. İrlanda’nın Lenin’i yüz yıllar sonra katledildiği  zindandan tekrar ayağa kalktı ve kendisini gösterdi. Şimdi, herkes yaşananları anlamaya çalışıyor.

Özetle, İskoçya ve İrlanda’nın onaylamadığı birinin başbakan olmasının hiçbir anlamı yok. Kısa ya da uzun vadede o da elde ettiği koltuğu kaybedecektir. Engels ile başladık onunla devam edelim. Engels, işçi kulüplerine giden işçilerin dünyanın en iyi eğitimini alan burjuvalardan daha bilimsel düşünmeye başladıklarını ve kültürü adeta bir sünger gibi zihinlerine çektiklerini not etmiş. O güne kadar kendilerine bir gün olsun fırsat verilmemiş olan adamlar, bilgiyi adeta bir sünger gibi çekiyordu. Aynı zamanda devlet okullarında gördükleri bencilliğin aksine bu merkezlerde dayanışmayı ve paylaşmayı öğreniyorlardı. Onlara doğuştan yeteneksiz oldukları söylenmişti. Yetenek dedikleri idealist bir puttan başka bir şey değildi. Her şeyin başı çalışmak! Yoksa kimse anasının karnından profesör doğmuyor. Birilerimizin yaşam çizgisi farklı ilerliyorsa o da sınıfsal eşitsizliklerden dolayı; bunun yetenekle ya da ultra zekayla bir ilgisi yok. 

Liz Truss döneminin içişleri bakanı Suella Braverman zavallı bir kadın. Devşirme birinin nasıl iktidara meftun olacağının yüksek eğitimli örneklerinden sadece biri. Braverman, en büyük hayalinin mültecileri Ruan’daya götürecek olan uçağı izlemek olduğunu söylemişti. Ten rengi ve garip tavırlarıyla faşizmin en rezil örneklerini sergileyen bu kadının ömrü neyse ki uzun sürmedi. O mültecilerin gidişini izleyemedi ama mülteciler onun gidişini izledi.

İngiltere, öykünülecek durumda değil, İngiltere acınılacak durumda; İngiltere acı çekiyor ve bu acıyı işçi sınıfı dindirmek zorunda. Liz Truss, faşist bakanlarıyla birlikte muhafazakar partinin İngiltere’ye biçtiği gömleği 45 günlüğüne herkese gösterdi. İngiltere, mülteci köle emeğine ihtiyaç duyduğu bir dönemde aksi yönde dolu dizgin ilerlemeye çalışıyor ve olduğu yerde patinaj atıyor. Sermaye sınıfı içindeki kavga hızla büyüyor. İrlanda ise aksi yönde göçmen emeğini gevşek tuttuğu yasalarla en verimli biçimde sömürmeye çalışıyor. Dil okulları düzeni bunun açık örneklerinden sadece biri.

Elbette ABD örneğinde olduğu gibi İrlanda zenginleşmeye devam edecek ve emekçiler bu zenginlikten payını alamayacak. Yine de göçmenlerin bir ülkeyi yıkmak yerine ekonomik olarak ihya ettiğini kabul etmek gerek. AKP’li yöneticiler bile bunu açık açık itiraf ediyor. Sosyal demokrat Dublin milletvekili Gary Gannon’ın açıklamasına göre zengin İrlandamızda, yarım milyondan fazla kişi yoksulluk içinde yaşıyor ve her üç yoksuldan biri çocuk. İşte İngiltere ve İrlanda’da tüm bu yoksulluğu başbakanların ya da bakanların ten rengi ve cinsiyetiyle örtmeye çalışıyorlar. İnsanların ten rengine, cinsiyetine bakarak onlara olmadıkları rolleri biçen kimlikçi liberaller umarım tüm bu gerçeklerden gerekli dersi çıkarırlar.