'Ve ne kadar yüksek teknolojili sınırlara bel bağlasalar da lejyonlarını Germania ormanlarına sürseler de büyük Roma kaçınılmaz çöküşünden kaçamayacak.'

İngiltere’nin çöplüğü Türkiye bir sömürge ülkesi mi?

İngiltere sonunda Johnson karikatüründen kurtulmayı başardı. ‘Yaşasın yeni karikatürler!’ Adada bir şeyler oluyorken bir süre tozun dumanın dağılmasını bekledim. Peki, dağıldı mı? Artık tarihin en gürültülü dönemine girdiğimize göre, yönetici sınıflar yoksulların kırılgan yaşamını toza dumana katmaya devam edecek. Bu yüzden olaylar karşısında bir kez sessizliğe gömüldüğümüzde tıpkı şiddet sarmalı gibi bu sessizliğin içerisine bir girdap gibi kapılabiliriz...

Gazetecinin görevi soru sormaktır derler. Türkiye’deki halkla ilişkiler memurlarına bakınca bu soruların soru olmaktan çıkıp bir tanıtım metnine dönüştüğünü acı bir biçimde gözlemliyoruz. İnatla ayakta tutmak mı, yoksa toyekün yıkılsın gitsin mi demek arasında salınıyor mesleğimiz. Kapitalist ahlakın çürütücü doktrinine göre ‘yıkmak’ kötülüklerin anasıdır. Oysa kapitalizim her gün biteviye tanımadığımız milyonlarca emekçinin hayatını gözünü kırpmadan darmadağın ediyor. Bugün, halk adına gazetecilik yapmaya çalışan bir işçi gazeteci olarak Türkiye’deki iktidara Britanya adasından bazı sorular yönelteceğim.

Evet, bu cümlede bir noktayı düzeltmek gerekiyor. ‘Halk’, tanımı itibariyle fazlasıyla müphem kalıyor. İşçi sınıfı adına soracak, onun adına gözlemleyecek, yazacak ve dövüşeceğiz. İşte gazetecinin tanımı. Buz gibi taraflıdır ve tıpkı Yunan mitolojisinin lanetli tanrıları gibi taraf tutmaya yazgılıdır gazeteci. Buradan devam edelim, sonra da Türkiye’yi yönetenlere sorularımızı sıralayalım. Cevap alıp almamayı önemsemeyin, bu sorular esasında Türkiye’deki yoksul insanlarımızın zihninde bazı kıvılcımlar çakabilsin diye sorulmaktadır. soL TV’deki kültür programının konuğu Semir Aslanyürek, katıldığı programda çok önemli şeyler söyledi.1 Sovyetler Birliği’ndeki üniversite eğitimine dair söyledikleri, bugünün sorunlarına ışık tutuyordu. Eğitim sistemleri üzerine uzun boylu bir araştırmam olmadığı için onun bıraktığı yerden devam edeceğim. İletişim bilimleri, diğer hiçbir disiplinde olmadığı kadar kapitalist üretim ilişkileriyle göbekten bağlıdır. Buna rağmen Türkiye’yi ABD merkezli çalışmaların dışında tutarsak eğer, kendine özgü bir iletişim ekolü geliştirmeyi başarabilmiştir. Elimizde iyi veya kötü bir ‘toplumcu iletişim’ modeli vardır. Bu alana katkı sunan değerli hocalarımın isimlerini tek tek yazmayacağım. Tüm bu değerli bilim insanlarının çabaları bizi bir noktaya taşımış olsa da pratik alandaki eksikliğimiz toplumcu bilimin yapılmasının önünde büyük bir engel teşkil etmektedir. Üniversiteler asla gazetecilik yapmamış ve buna rağmen gazetecilik bölümünde öğrenci yetiştiren bol unvanlı ABD merkezli çalışmaların müritleriyle dolmuştur. Koca bir ülke büyük bir gürültüyle çökerken ‘iletişim bilimlerinin’ korunaklı bir alanda kendisini sakınması düşünülemezdi. Usta ve çırak ilişkisinin paramparça edildiği üniversitelerde bir ‘meta’ olarak görülen diplomalar ‘salatalık’ misali satılmaktadır. Türkiye böyleyken İrlanda farklı mı kardeşim? Bu sorunun cevabını verelim, eğitim dünyanın her yerinde satılabilen bir mala dönüştüğüne göre farklı değil. Lisans, yüksek lisans ve doktora satın alabileceğiniz bir şey artık. Satın alınabilen şeyler fetişleştirilir. Bu yüzden insanlar unvanlarına sıkı sıkıya tutunuyor; unvanlarıyla yaşayan birer zavallıya dönüşüyor. Herkes bu unvanları satın alabildiği için ne kadar farkındalar bilmiyorum ama adlarının önlerindeki unvanların hiçbir anlamı kalmıyor. Zaten dost acı söyler; bu unvanların hiçbir anlamı da yok. Hayatında bir kez olsun ses kayıt cihazını, fotoğraf makinesini yanına almamış ve biber gazını bir kez olsun tatmamış bir gazetecilik bölümü öğretim üyesini kimse ciddiye almaz. Zaten o da çoktan kocaman bir slayt gösterisine dönüşmüştür. Her türlü fetişizm ve yabancılaşmayla savaşmalıyız. Eğer ileri bir toplum hayal ediyorsak, o toplumda gençleri yetiştirecek olanlar, öğretmeyi düşündükleri şeyin teorisiyle yetinemezler. Üniversite denen yer, kafasını duvarlarının arasına gömen bir orta çağ kalesi olmaktan çıkacak. Başka türlü ülkemizin çöplüğe dönüştürülüşünün acı hikayesini yoksul insanlarımıza anlatamayız. İğneyi sağa sola batırdıktan sonra kendimize dönme zamanı. Sahada ter döken meslektaşlarımın da kendi işinde teoriye ve kurama yönelmesi çok önemli. Bunların hepsi gözümüzü korkutan kocaman birer dev olarak görünebilir ama örgütlenir ve yan yana gelirsek birlikte aşamayacağımız hiçbir engel olamaz.

Meslektaşım Sancak Yıldız, Türkiye’deki çöp ithalatını araştıran İngiliz gazeteci Nada Farhoud ile görüştü ve İngiltere’de gündem olan ama Türkiye’de medyanın topyekün kafasını kuma gömdüğü olayları sordu. Basitleştirelim: ‘Ne oluyor kardeşim?’ dedi. Doğal olarak bu röportajla ilgili meslektaşımla görüştüm ve kendisi ile fikir teatisi yaptım. Zira, umutsuzluğa sürüklendiğim bir anda onun bu konuya ilgisi bana yeni bir umut ve cesaret vermişti. Memleket tam boy bir sömürge ülkesine dönüşürken, ülkenin namuslu gazetecileri bir bir tepeleniyordu. Televizyondaki popüler soytarıları sahada ter döken çocuklara tercih ettiğimiz sürece daha büyük felaketlere kapı aralayacağız. Çünkü, gazetecilikten kopan ve bu korkunç kölelik düzeninde kayıp giden onlarca yetenekli genç, Türkiye işçi sınıfının bir başına savunmasız kalmasına neden oluyor. Umarım bir gün beyaz ekrandaki megolomanların yerini gerçek basın emekçileri alacak. Tüm bu dehşetengiz mücadelenin içerisinde ne kadar yara alırsak alalım meslektaşlarımla birlikte ‘işçi sınıfının gözü’ olmaya devam edececeğiz; ama nasıl?

İşçi sınıfının gözünü oymaya ve bu gözü çıkarmaya çalışıyorlar. Uyum sağlamayan ve ekranlara adapte olamayan bu çocuklar sokaklarda coplanırken ve beş parasız evine yürüyerek giderken soluk alamıyor. Dijital yayıncılığı önümüze bir kemik gibi atanlar ve özgürlüğün kapısı açılıyor diyenler Erdoğan rejiminin yeni mucizeleriyle yüzleşiyor. İki seneye yakın sokakta, gazetede koşarken kendimi internet mücizesini sorgularken buldum ve bu sorgulamayı kolektif bir güce-‘sese’ dönüştürmeyi başardım. Daha doğrusu hep birlikte başardık. Çalışmanın sonuna geldik ve bir gün okurlara bunu ulaştırabilmeyi ve yeni tartışmalara kapı açabileceğimizi umut ediyorum. Evet, işçi sınıfının gözünü oyuyorlar. A3 Haber Yayın Kordinatörü Ahmet Çınar, bir tweet attı, karşılaştıkları baskı ve zorbalığı topluma duyurmaya çalıştı.

Demek ki Türkiye’deki gazeteciler esir alınsın istiyorlar. Böylece binlerce kilometre uzaktan gazeteciler gelsin ve bizim gerçeklimizi kendi ülkelerine duyursunlar ve bizlerin ise bundan bile haberi olmasın istiyorlar. Geçilecek bir sınır kaldı mı? Ahmet Çınar, hepimizin son savunma cephesi değil mi? Hayır, kumandaya basmaya ve hiçbir anlamı olmayan bağırış çağırışlarla modern kolezyumu izlemeye devam etmemiz isteniyor. Bunun adını ‘deli gömleği’ koydum. Giyene ne mutlu, giyemeyenlere ise ne acı. Onlar, ülkeleri gözler önünde tarumar edilirken gerçekleri gören ve acı çeken gerçek yurtseverler...

Şimdi, Türkiye’deki hükümete ya da bu konuların muhatapları kimse onlara soru sormaya başlayalım.

  1. Uluslarası toplantılarda göçmen ve mülteci aktarımı konusunda Boris Jonson hükümetiyle resmi olmayan bir anlaşmaya varıldı mı? Böyle bir anlaşmaya gidildiyse Türkiye bu anlaşmadan kaç milyon sterlin elde edecek?
  2. Muhafazakar parti liderliğine oynayan Liz Truss (çakma Margaret Thatcher), böyle bir anlaşmanın resmiyete döküleceğini ağızından mı kaçırdı, ikinci Ruanda Türkiye mi olacak?
  3. İngiltere, İrlanda ve Almanya’dan ithal edilen çöp miktarı arttıralacak mı? Bu çöplerin pek çoğunun ayrıştırılmak için uygun olup olmadığı tartışılıyor; böyle bir durumda ayrıştırılamayan çöplere ne oluyor?
  4. Türkiye, Avrupa’nın Meksika duvarına dönüştürülürken ve ülkeler yasal insan kaçakçılığına başlamışken buradan elde edilen gelirler nereye aktarılıyor ve ne için kullanılıyor?
  5. Kaç tane uluslarası şirket Erzincan’daki gibi yeni madenler kurmaya hazırlanıyor?

Sorulması gereken soru çok. Türkiye, küresel sermayenin tüm suçları işlediği ve hesap vermediği bir holding gibi yönetiliyor. Acı olan ve daha da incitici olanı ülkenin tüm değerleri aşındıkça ve aşağılandıkça toplum hızla çürüyor ve bu yağmayı kanıksıyor. Türkiye, bu haldeyken bana İngiltere’de başbakan kim olacak diye soruluyor. Bunun bir önemi var mı? İngiltere işçi sınıfı da ölümlerden ölüm beğenmeye zorlanıyor. Bir tarafta imaj tezeleme misyonuyla İngiltere’nin Obama’sı- ‘Rishi Sunak’ (bana göre en güçlü aday ve muhtemel başbakan) diğer tarafta çakma Margaret Thatcher- ‘Liz Truss’.

Bu ülkelerin yönetici sınıfılarının Roma İmparatorluğu merakı sonunda onları arzuladıkları şeye dönüştürdü. Siyasi partiler, kendi başbakanlarına komplo kuruyor ve sınıf içi çatışmalar yavaş yavaş kanlı bir iktidar mücadelesine dönüşüyor. Ortada paylaşılmayı bekleyen bu kadar büyük bir pasta olunca kavganın boyutuda hızla büyüyor. Türkiye’ye odaklanmaktan dışarıyı görmekte zorlananların işini kolaylaştıralım. Dünyadaki tüm sağ partiler Roma İmparatorluğunu kıskandırır cinsten çürümüş durumda. Kriminal işlere karışmayan tek bir lider adayı neredeyse yok gibi. Tüm bu liderlik arayışında ihtiyaç duyulan şey, pay kavgasında daha deli ve daha psikopat olabilecek biri. Türkiye, kendi Gaius Julius Caesar Augustus Germanicus’unu yani namıdiğer Caligula’sını bulduysa İngiltere’de Boris Jonson’un avam kamarasında övgüyle dile getirdiği muhteşem ‘Darwinist’ sistemlerinin yardımıyla kendi Caligula’sını bulmakta zorlanmayacak. Ve ne kadar yüksek teknolojili sınırlara bel bağlasalar da lejyonlarını Germania ormanlarına sürseler de büyük Roma kaçınılmaz çöküşünden kaçamayacak.